Geçmişten geleceğe....

2 Ocak 2017 Pazartesi

ASİMİLASYON VE ÖZCÜLÜK KISKACINDA HEMŞİN KİMLİĞİ



Hemşinlilerin buluşma alanları olan sosyal medya platformlarında yapılacak kısa bir gezinti Hemşin kimliği üzerine konuşmanın nasıl zorluklar taşıdığını göstermeye yetecektir. Bu platformlarda Hemşinliler karşımıza çok farklı biçimlerde çıkarlar. Hemşinli Türk, Türk, Hemşinli Ermeni, Ermeni, Müslüman Hemşinli, Müslüman Türk, Müslüman Ermeni, Hıristiyan Hemşinli, Sadece Müslüman, Sadece Hemşinli gibi tanımlamalar ile birlikte; sadece insanım diyenler veya siyasal aidiyetleri ile sosyalist, devrimci, emekçi vb. ile kendini tanımlayanlara da rastlamak mümkün. Bütün bu çeşitlilik kimlik tartışmaları çerçevesinde ve Hemşin kimliği bağlamında ne gösteriyor?  Öncelikle etnik kimlik tartışmaları ile ilgili literatüre göz atmak gerekecek. Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi tarafından hazırlanmış olan Türkiye’nin Etnik Coğrafyası adlı çalışma bu konudaki literatürü bir araya getirmesi açısından önemli bir kaynak. Bu çalışmada yer alan tartışmaları özetleyerek başlayalım.[1]

Etnik Kimlik Nedir?

Tartışmanın temel soruları şunlardır: Bir etnik grubu tanımlamak için hangi kriterlere başvurulacaktır? Biyolojik ve/ya kültürel olduğu iddia edilen kriterlerin doğası nasıl bilinecek, bunlar birbirinden nasıl ayırt edilebilecektir? Etnik grubu tanımlayan nitelikler verili ana ilişkin olduklarına göre zaman ve mekana bağlı değişimler nasıl açıklanabilir?[2]

Etnik grubun nasıl tanımlanacağına ilişkin olarak Anthony Smith, etnik grup üyeleri için etnik bağların ve duygudaşlığın temelini oluşturan anlamlar bileşiminin anahtar unsurları yaradılışa ve soya ilişkin mitlerdir. Bunlar da gerçek soyla değil, ortak atalara ve kökenlere yüklenmiş anlamlarla ilgilidir.[3] Elbette bir etnik grubun gerçekten aynı soydan geldiği durumlar da mümkündür. Ama kimlik açısından belirleyici olan ortak soydan gelmekten çok bu duruma yüklenen anlamdır. Dolayısı soy birliği olduğu durumlarda bile gerçeklikten çok kurgu olan önem kazanmaktadır. Bu kurgu için göç, sürgün, yeniden doğuş, savaş, şanlı geçmiş, ortak köken mitleri önemli rol oynar.

Başka bir unsur ise bellektir. Tarihsel topluluklar paylaşılan ortak bir bellek üzerine kurulmuştur. Bu bellek gündelik yaşantılar aracılığı ile sonraki kuşaklara aktarılır. Birbirini izleyen kuşaklar arasında bellek aracılığı ile ortak deneyimler üzerinden birleşme yaşanır. Asimilasyonu hedefleyen politikaların toplumların belleklerini ortadan kaldırmaya yönelmesi de bundan kaynaklanır.[4]

Bir etnik topluluk üyeleri üye olmayanlarda bulunmayan, kültürel ayırt edici nitelikler üzerinden benzer ve aynı sayılırlar. En fazla paylaşılan ve aynı zamanda ayırt edici olan nitelikler dil ve dindir. Bunların yanı sıra görenekler, kurumlar, yasalar, folklor, mimari, giyim, beslenme, müzik ve sanat, hatta renk ve fiziksel görünüş farklılıkları da ayırt edici nitelikler arasında sayılabilir.[5]

Anthony Smith’e göre, bütün bu unsurların yanı sıra teritorya/coğrafya da etnik kimlik için önemli bir belirleyicidir. Bir coğrafyada ikamet ediliyor ya da edilmiyor olunabilir. Kimlik açısından belirleyici olan bu değildir. Mesele, sembolik ortak bir coğrafi merkeze, bir kutsal yerleşime ya da “anavatan” a sahip olmaktır. Kendileri ve dışarıdakiler topluluk üyelerini tanımladıklarında bunu çoğunlukla teritoryal “köklere” atıfla yaparlar.[6]

Etnisite tartışmalarının bir diğer önemli ismi ise Steve Fenton’dır. Fenton’a göre etnisite soya, kültüre ve dile dayalı, bazen uysal bazen zorlayıcı bir grup kimliğidir. Hem sosyal açıdan inşa edilmiş hem de sosyal örgütlenme şekilleri ve akrabalık uzantıları içinde yükümlülükler ve sosyal bağlarla dolu bir düzende sosyal olarak temellenmiştir.[7] Burada söz konusu olan belirli sosyal ilişkilerdir. Bu ilişkiler insanların kendilerini ötekilerden ayırdığı sosyal ilişkilerdir ve bunlara dayalı olan kimlikle etnik değerlerle birlikte koşullar değiştikçe şekil ve içerik bakımından değişebilirler. Dolayısı ile etnik grup statik bir kategori değildir.

Fenton’a göre dil ile etnik grup arasında birebir bir ilişki yoktur. Ancak yine de Galliler, Katalanlar, Basklılar, Kürtler vb. gibi dilin etnik bir iddianın parçası olduğu durumlarda grup sınırlarının belirlenmesinde merkezde yer alan bir unsur olabilmektedir.[8]

Fenton etnik kategorileri önemli ve merkezi oldukları durumlarda bile daha geniş bir politik/ekonomik ilişkiler kompleksinin bir parçası olarak görür. Etnisite düzenli ama gayri resmi olabileceği gibi yasal ve anayasal ilklerle resmiyet de kazanabilir.

Çalışmalarına bakacağımız diğer isim Fredrik Barth. Barth’a göre etnik grup şu dört özelliği ile tanımlanır: 1- Biyolojik olarak kendi varlığını sürdürebilen, 2- Açık bir şekilde ortak bazı temel kültürel değerlere sahip olan, 3- Karşılıklı etkileşim ve iletişimin olduğu bir alan yaratan, 4- Kendisi ve diğer etnik gruplara ait bireyler tarafından bir etnik gruba aidiyetle tanımlanan insanlardan oluşan toplumsal kategorilere etnik grup adı verilir. [9]

Yukarıda özetlenen tartışmaların Hemşinliler özelinde nasıl değerlendirilmesi gerektiğine geçmeden önce bu değerlendirmeyi etkileyecek bir unsura daha bakmak lazım. Bu unsur etnik kimlik ile ulus arasındaki ilişkidir. Fenton’a göre ulusun açık ya da üstü kapalı simgeleri genellikle etnik çoğunluğun – veya baskın etnik grubun- karakteristik diye bilinen özelliklerini yansıtır.[10] Özdoğan bunu, ulus-devlet modeli yurttaşlıkla etno-kültürel kimliğin iç içe geçmesi şeklinde ifade eder. Çekirdek bir etno-kültürel kimlik temel alınır, bunun dışında kalanlar eşit yurttaşlık hakların vaadine rağmen ayrımcılığa maruz kalabilir veya asimile edilir, dışlanır. Devleti kuran etno- kültürel grup, kendinden olmayanları göçe zorlayabilir veya etnik temizliğe yönelebilir. Diğer bir deyişle ulusun varsayılan homojenliği aslında etno-kültürel farklılıklar pahasına ve çoğunlukla baskı ve zorla veya toplumsal mühendislik teknikleriyle gerçekleşir.[11]

Hemşinli Kimliği: Kendini Arayan Bir Halk

Bu bölümde etnik kimlik tartışmaları bağlamında Hemşin kimliğini değerlendirmeye çalışacağım. Bunu etnik kimliği belirleyen unsurlar bakımından farklı Hemşinli topluluklarının durumunu göz önünde bulundurarak yapacağım. Tartışacağım bazı sorular şunlar olacak: Bu grupları farklılaştıran unsurlar nelerdir? Ortaklaştıran unsurlar nelerdir? Bütün Hemşinli topluluklarının ortak ekseni var mıdır? Bu ortak eksen nedir?

Tartışacağımız ilk kavram yaradılış ve soya ilişkin mitler. Hemşinlilerin yaradılışa ve soya ilişkin mitleri nedir? Bu konuda esas tartışma Türkiye’deki Hemşinliler içerisinde yapılıyor. Hıristiyan Hemşinliler açısından yaradılış ve soya ilişkin mitler Ermeni kimliğinden farklı değildir. Müslüman Hemşinlilerde ise birbirinden farklı eğilimler olduğunu görürüz. Bir kısmı kendisini yalnızca Hemşinli kökenleri ile tanımlıyorken bir kısmı Hemşinliliği Ermeni kimliği ile ilişkili bir kimlik olarak tanımlıyor. Müslüman Hemşinlilerin bir kısmı ise bu kimliği Türk kimliğinin bir parçası olarak görüyor. Türk kimliğinin bir parçası olarak görenlerin Türklüğü farklı biçimlerde anladıkları söylenebilir. Bunların bir kısmının Türklüğü Müslümanlık olarak anladıklarını, bir kısmının ise Türkiye Cumhuriyeti yurttaşı olmanın Türk olmayı gerektirdiği düşüncesi üzerinden kendilerini Türk saydıklarını belirtmeliyiz. Hıristiyan Hemşinlilerde olmayan soyla ilgili tartışmaların Müslüman Hemşinlilerde bu derece yoğun ve farklı biçimlerde yapılıyor olmasında belirleyici olanın, İslam kimliği ile Ermeni kimliğinin birbiri ile bağdaştırılamaması (ki Ermeni kimliği Osmanlı döneminde Hıristiyanlıkla özdeşleşmiş bir kimlik olarak algılanır) ve Türkiye Cumhuriyeti dönemindeki farklı halkların ve kimliklerin inkarına dayanan tek millet, tek dil, politikaları olduğu söylenebilir.

Bütün Hemşinliler ortak bir belleğe sahipler mi? Bunu söyleyebilmek oldukça güç. Çünkü Hemşin tarihi ile ilgili bütün Hemşinlilerin ortaklaştığı bir yazının olmadığı açık. Son yıllarda bu alanda önemli gelişmeler olmakla birlikte güçlü bir ortak belleğe sahip olunduğu söylenemez. Hemşin Kültürüne ilişkin çalışmalar ortak halk danslarının, ortak masal karakterlerinin, inanışların, geleneklerin vb. bugünlere kadar taşınabildiğini gösteriyor. 2005 yılında Soçi’de yapılan Hemşin Konferansının metinleri içerisinde bunun birçok örneğini bulmak mümkündür.[12] Ancak ortak bir belleğin izini taşıyan en önemli unsur Hemşinlilerin Hemşin coğrafyası ile ilişkileridir. Hıristiyan Hemşinlilerde Müslüman olanlar kadar belirgin olmamakla birlikte Hemşinlilerin tamamının ortak hafızası köklerinin Hemşin coğrafyasına ait olduğunu söyler. Etnik kimliğin önemli belirleyicilerinden bir tanesinin de coğrafya ile ilişkisi olduğunu belirtmiştik. Bu ölçütün Hemşinlilerin ortak ekseni olan en önemli ölçütlerden biri olduğunu söyleyebiliriz.

Kültürel ayırt edici nitelikler açısından baktığımızda da Hemşinlilerin tamamını kesen ortak değerlerin var olduğunu söyleyebiliriz. Hemşin Horonu’nun farklı versiyonlarının bütün Hemşin topluluklarında ortak bir kültürel simge olarak var olduğunu söyleyebiliriz. Bunun yanı sıra masallar, fıkralar, sosyal ilişkiler, ev içi ilişkiler, maniler ve atma türküler ve bunların temaları vb. birçok kültürel ortak değerler vardır. Hemşin coğrafyası ve toplulukları içinde yapılması gereken en önemli çalışmalar bu değerlerin belgelendirilmesi ile ilgili çalışmalardır. Son yıllarda yapılan sınırlı sayıdaki çalışma ve kurulan sosyal bağlar ortak değerleri ortaya koyması açısından çarpıcıdır. Hıristiyan Hemşinli topluluklara yapılan ziyaretler, onların Türkiye’ye yaptığı ziyaretler toplumların birbirlerini daha fazla tanımalarını ve ortak kültürel değerlerin daha fazla görünür olmasını sağlamaktadır.

Etnik kimliğin en önemli belirleyicilerinden bir tanesi de dildir. Hemşinliler ortak bir dile sahipler mi? Müslüman Hemşinlilerin bir kısmı bugün Hemşinceyi anadili olarak konuşamıyorlar. Ancak dillerinde barındırdıkları kalıntılar bu dili daha önce konuştuklarının bir kanıtını oluşturuyor. Hemşince ile ilişkilerini gösteren başka bir veri ise kullandıkları Türkçe’nin Hemşince konuşan Hemşinlilerle aynı özellikleri göstermesidir. Bu konuda Ayşenur Kolivar Hemşin Konferansına sunduğu yayınlanmamış tebliğinde Çayeli’nin bir Hemşin köyünde Hemşince cümle kurulabildiğine tanıklık ettiğini belirtikten sonra köydeki Türkçe’ye ilişkin dilbilimsel çalışmasının sonuç bölümünde şunları söylüyor: “Yanlışlanan önermelerin ilki Hemşin kültürünün dilbilimsel olarak ikiye bölünmüş olduğudur. Verilerimiz bunun doğru olmadığını göstermektedir. Hemşin’in coğrafi olarak doğu ve batı bölgeleri arasında belirli farklılıklar bulunmakla birlikte bu farklılıklar kanımca katı bir ayrım çizgisinden çok bir kültür içerisinde kabul edilebilir çeşitlemeler olarak görülebilir.”[13]
 Ayrıca bu topluluğun 19. Yüzyılda Hemşince konuştuğuna dair tanıklıklar mevcuttur.

“Bu konuyla ilgili Rüdiger Bennighaus, coğrafyacı Carl Ritter’den aktarıyor: “İçlerinde eskisi gibi, Hıristiyan kültürünü korumuşlar ve yalnız zahiri bir şekilde Kuran’ın yolunu takip etmişler. Kadınları Ermenicelerinden başka bir dil tanımazlar.” Batı grubunun Hemşin Ermenicesi konuştuğuna dair bir başka tanıklık ise Bjişkyan’ın tanıklığıdır.  “Hamşenlilerden Müslüman olanlar Hıristiyanlık adetlerini muhafaza etmiş olup, bilhassa vartavar yortusu günü hepsi de kiliseye gider, mum yakarlar ve cedlerinin ruhu için kurban keserler. Halk cümleten Ermenice konuşur. Kurşunlu ve Sürmene'ye gitmiş Hamşenlilerden Kurşunludakiler Hıristiyan kalmışlardır.”[14]

Akrabalık ve sülale ortaklıkları üzerinden de bütün Hemşinli topluluklarının ortak bir kimliğe sahip olduklarının işaretleri bulunabilir. Hemşinli sülaleler üzerine yapılan çalışmalar bunu kolaylıkla göstermektedir. Bugün Hıristiyan Hemşinliler dahil olmak üzere bütün Hemşinli topluluklarında kullanılan ortak sülale adları bulunmaktadır.[15]

Etnik kimliğin önemli belirleyicilerinden bir diğeri ise dindir. Din unsuru bugün Hemşinli kimliğinin ortak bir değeri durumunda değildir. Hemşinlilerin bir kısmı Ermeni Apostolik Kilisesine bağlı Hıristiyan, diğer bir kısmı ise Sünni Müslüman. Müslüman Hemşinlilerin geleneklerinde Hıristiyanlık döneminden kalma, tabutla gömme, mezar başında ışık yakma, sağaltıcı dualar gibi bazı ritüellerin[16] hala yaşadığını ve bunların Hemşin toplumları arasında ortak kültürel değerler olduğunu kabul etmek gerekse de bu farklılık Hemşinliler arasındaki en önemli ayrım durumundadır. Hemşin toplumunun dinsel bölünüşünün kimlik üzerindeki etkisini keskinleştiren ise Birinci Dünya Savaşı süreci ve Türkiye Cumhuriyetinin kuruluş süreci oldu. Bu süreçte Hıristiyan Hemşinlilerin katliamı ve sürülmeleri sonucu toplumlar arasındaki ilişkiler kopmuştur. Sürecin soykırım ve savaşlarla belirlenen doğası toplumların din ekseninde saflaşmasına neden oldu? Türkiye Cumhuriyeti kurulana kadar geçen savaş sürecince Türk ulusal hareketi Türk kimliğini değil, Müslüman kimliğini öne çıkaran bir politika izledi. Müslüman Hemşinliler de bu süreçlerdeki tutumlarını dinsel kimlikleri ile aldılar. Cumhuriyet dönemi ise bütün Müslüman toplumlar gibi Hemşinlilerinde Müslümanlık üzerinden Türk kimliğine asimile edildiği bir süreç olarak yaşandı.

Bugün bu asimilasyon sürecinin özellikle Hemşince konuşamayan Hemşinliler olmak üzere bütün Müslüman Hemşinlilerde belirli ölçüde etkili olduğu ortadadır. Hemşinlilerin önemli bir bölümü kendilerini Müslüman saymanın yanı sıra Türk olarak da görmektedir. Ancak tek millet, tek dil, tek devlet sloganında özetlenen baskıcı, asimilasyoncu siyasal süreçler ve tutumların belirlediği bu kimlik algısı, demokratik alanın genişlemesine, devletin kimlikler konusundaki baskıcı politikalarında yaşanan göreli gerileme, farklı dil ve lehçelerin öğrenilmesine dönük gelişmeler vb. sonucu Hemşinlilerin kendi tarihleri ve dilleri ile yeniden ilişki kurmalarını gündeme getirmektedir. Bunun yarattığı atmosfer ve kimliklerin kendini tanımlamasında dinsel aidiyetin taşıdığı önemin göreli olarak azalması Hemşinlilerin kimliklerine yeniden bakmalarını bir ihtiyaç haline getirmektedir.

Ne Asimilasyon Ne Özcülük!

Sonuç olarak etnik kimliğin belirleyicileri olarak tartışılın değişkenler üzerinden bakıldığında (hala bu değişkenlere ilişkin araştırma ve veri toplama ihtiyacının ortada olduğu kaydını düşmek üzere) Hemşinli kimliğini nasıl tanımlayabiliriz? Hemşinli kimliği, tarihsel kültürel kökleri Ermeni kültürü ile ilişkili olan, bu özelliğini farklı toplumlarında farklı düzeylerde sürdüren, dilsel ve dinsel olarak çeşitlilikler taşıyan, Müslüman olanlarının belli bir bölümünde daha fazla olmak üzere Türk kültüründen etkilenmiş bir kimliktir. Bu çeşitlilik içerisinde, en eski gelenekleri, müzikleri, duaları, inanışları, sosyal ilişkileri ve Hemşin coğrafyasına ilişkin ortak yurt algısı ile biz duygusunu var ettikleri söylenebilir. Bu biz duygusunun önemli unsurlarından bir tanesi Müslüman Hemşinlilerin bir kısmında asimilasyon sonucu büyük oranda yitirilmiş olmakla birlikte izleri korunmuş olan Hemşin Ermenicesidir. Hemşinlilerin bu kimlik özellikleri ona yönelik Türk milliyetçiliğinin bilimsel gerçekleri alt üst ederek, Hemşin kimliğinin gerçekliklerini inkar eden asimilasyoncu ve Ermeni milliyetçiliğinin homojenleştirici, dilsel ve dinsel tekçi, özcü yaklaşımlarının Hemşinli kimliğini anlamak açısından bir karşılığının olmadığını göstermektedir.





[1] Türkiye’nin Etnik Coğrafyası, MSGSÜ Bilimsel Araştırma Projeleri, Proje Kodu:2013-26.
[2] Türkiye’nin Etnik Coğrafyası,  s.16.
[3] Anthony Smith, Ulusların Etnik Kökeni, Dost, Ankara, 2002, s.46.
[4] Age, s.50.
[5] Age, s.51
[6] Age, s.52-53
[7] Steve Fenton, Etnisite, Phoneix, Ankara, 2001, s.5.
[8] Age, s.11-13
[9] Fredrik Barth, Etnik Gruplar ve Sınırları, Bağlam, İstanbul, 2001, s.13.
[10] Steve Fenton, s.37.
[11] Günay Göksu Özdoğan, Bu Yapı Aşağıdan Nasıl Gözükür?, Radikal Kitap, 2 Şubat 2007.
[12] Hemşin ve Hemşinli Ermenliler, Konerans Makaleleri, Yerevan, 2007.
[13] Ayşenur Kolivar, Bir Hemşin Köyünde Konuşulan Türkçe Ağız Üzerine Düşünceler, Yayınlanmamış Bildiri Metni

"Müslüman’ız" Diye Diye Türk Olmak!



Toplumların kimlik algılarında önemli etkileri olan tarihsel olaylar vardır. Türkiye halkları açısından bu olaylardan ikisi özellikle önemlidir. Bunlardan biri Çanakkale Savaşı diğeri ise Kurtuluş Savaşıdır. Türkiye devletinin kurucu ideolojisinin bu olaylara bakışı toplumun birçok kesiminin bakışı ile uyuşmaz. Kuruluşu üzerinden bunca yıl geçmiş bir ülkede hala kimlik sorunları yaşanıyor oluşu bu uyumsuzluktan kaynaklanır. Zaman zaman birbiri ile de karşı karşıya gelen bu kesimlerden önemli ikisi kimliğini İslam üzerinden tanımlayan dindar kesimler ile gayri Türk Müslüman halklardır.

Kurucu ideoloji bu sürece aynı cephede giren toplum kesimlerini yeni kurulan devletin kurucu unsuru saymıştır. Lozan’da azınlık hakları tanınanları yani gayrimüslimleri (Süryaniler, Nasturiler, Ezidiler hariç, onların azınlık hakları bile olamamıştır.) dışarıda bırakırsak geriye kalan bütün Müslümanlar bu kapsamdadır. Tabi bu bakışa uygun bir tarih anlatısı da oluşmuştur. Örneğin; bu tarih anlatısı, Çanakkale savaşından söz ederken, Osmanlı saflarında savaşan, ancak buna rağmen ailesini soykırımdan kurtaramayan Ermeni asker Sarkis Torosyan’dan söz etmez. Oysa ne zaman halklar bazı haklarının gasp edildiğinden, kendilerine haksızlık yapıldığından söz etse, hemen: “Atalarımız Çanakkale’de birlikte savaştı.” klişesi tekrarlanıp durur.

Zaten problem tam da buradadır. Bu iki savaşa katılan gayri Türk Müslüman halklar hangi amaç, hangi kimlik uğruna katılmıştır savaşa? Hangi dava motive etmiştir onları, Türklük mü? Müslümanlık mı? Halkların kendi kaderini tayin hakkı konusu açıldığında Türkiye halklarının bu savaşlarda kaderlerini tayin ettikleri ve Türkler ile kaderlerini birleştirdikleri ifade edilir. Evet, belki bu bir açıdan doğrudur. Ama hangi zeminde birleştirmiştir kaderini halklar? Hangi ölçüye göre belirlenmiştir saflar? Türklük mü? Müslümanlık mı? Gayri Türk unsurlar açısından kader birliğinin Müslümanlık temelinde olduğu aşikârdır. Müslüman halkların bu tutumu hareketin öncülüğünü yapan Türk milliyetçiliği tarafından istismar edilmiştir. Halkların dini kimlikleri ile yaptıkları bir tercih onları etnik olarak Türkleştirmenin aracı olarak kullanılmıştır.

Mehmet Akif Ersoy, İstiklal Marşı’nın yazarı ve bir Arnavut olarak gayri Türk Müslüman unsurların tutumuna örnek olabilir. Aşağıdaki satırlar onun. Bakın bakalım siz bu satırlarda Türklük davası güden birini görebiliyor musunuz?

“Hani milliyyetin İslam idi
kavmiyyet ne?
Sarılıp sımsıkı duysaydın a milliyyetine.
Arnavutluk ne demek? Var mı şeriatta yeri?
Küfrolur, başka değil, kavmini sürmek ileri
Arabın Türk’e; Lazın Çerkez’e, yahut Kürd’e,
Acemin Çinliye rüchanı mı
varmış? Nerde!
Müslümanlıkta "anasır"mı
olurmuş ne gezer,
Fikr-i kavmiyeti telin ediyor peygamber.”

Halifeliğin kaldırılmasının, saltanatın kaldırılmasından sonraya bırakılmış olması da burada İslam’ın nasıl araçsallaştırıldığını göstermesi açısından önemlidir. İslami bir simge olarak gayri Türk Müslümanları bir arada tutacağı hesap edilerek olacak halifeliğin kaldırılması Lozan Antlaşması’nın sonrasına bırakılmıştır. Böylelikle uluslar arası alanda hukuken bütün Müslüman halklar Türk sayılabilmiştir.

Daha sonraki uygulamalar, esas meselenin Müslümanlık değil Türklük olduğunu göstermiştir. Örneğin; “Artvin ilinde büyük kısmı Gürcüce olan yerleşim adları ‘Meclis- i Umûmiyye -i Vilâyet’ (İl Genel Meclisi) kararıyla 1925 yılında tümüyle değiştirildi. 1940-2000 yılları arasında 12 bin 211 köyün, yani tüm ülkedeki köylerin, yüzde 35’inin ismi değiştirildi. İsim değiştirme furyasından en çok Doğu Karadeniz, Doğu ve Güneydoğu Anadolu etkilendi.”[1]

Bunların dışında; vatandaş Türkçe konuş kampanyaları, Türkçe dışındaki dillerin yasaklanması, bu dillerde eğitim yapılamaması, bu halkların hepsine Türk olduklarına dair tarihler yazılması, soyadı kanunu ile sülale isimlerinin Türkçeleştirilmesi gibi uygulamalar; bütün Müslüman halkların aslında Türkleştirilmeye çalışıldığının açık kanıtları olmuşlardır. Tarih yazımları ile ilgili uygulamalar öylesine uç noktalara varabilmiştir ki; “Her Bakımdan Türk Olan Kürtler: Tarih Bakımından Kürtlerin Türklüğü,” ve “Dağıstan-Aras-Dicle-Altay ve Türkistan Türk Boylarından Kürtler / Ankara 1984” adlarıyla bilimsel çalışmalar(!) yapılabilmiştir. Üstelik bu çalışmaları yapan Fahrettin Kırzıoğlu, Kürtlerle yetinmemiş Lazları ve Hemşinlileri de Türk göstermiştir.

Peki, Türk ve diğer halklardan Müslümanlar, dindarlar bu konuda nasıl bir tutum aldılar. Bu konular ne zaman tartışılsa İslami kesimlerce ilk yapılan aşağıdaki ayete göndermede bulunmaktır:
 “Ey insanlar, gerçekten, biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için sizi halklar ve kabileler (şeklinde) kıldık. Şüphesiz, Allah katında sizin en üstün (kerim) olanınız, (ırk ya da soyca değil) takvaca en ileride olanınızdır. Şüphesiz Allah, bilendir, haber alandır. [Hucurat 13]” (Çev. Ali Bulaç ) [2]

Ayeti yorumlayanlar İslam’ın farklı halklar, kavimler, etnik gruplar arasında ayrım yapmadığı konusunda genellikle mutabık görünüyorlar. Ancak bu ayrım yapmama meselesi; “etnik kimliğin bir önemi yoktur, önemli olan Müslüman olmaktır” biçimini almaktadır. Bu anlayış halkların dilsel ve kültürel haklarına ilgisizlik hatta bu mücadelelere mesafeli yaklaşmalarına neden olmaktadır. Halkların dilsel ve kültürel hakları savunulmadıkça pratikte Türk milliyetçiliğinin yaptığı gibi Müslümanların kardeşliği ve eşitliği, Türk olmakta eşitlenmek haline dönüşmektedir. Bunun sonucu da haliyle giderek Türkleşen bir Müslüman nüfus olmaktadır.

İnsanların sadece dinsel kimlikleri yok. Tamam, hepimiz Müslüman’ız da, hangi dilde konuşacağız? Hangi dilde eğitim alacağız? Hangi dilde şarkı söyleyeceğiz? Hangi gelenekleri yaşatacağız? Hangi yaşam biçimini sürdüreceğiz? “Biz Müslüman’ız, önemli olan bu” dedikçe Türkleşiyoruz farkında bile olmadan.

Mimar Sinan Üniversitesinin 1927-1965 yılları arasında yapılan nüfus sayımlarına dayanarak hazırladığı rapor bu gerçeği apaçık ortaya koymaktadır. Rapora göre:

“Arapça, Kürtçe ve Türkçe konuşan nüfuslar lineer artış gösterirken (tahmin edilebileceği gibi Türkçe çok daha büyük bir ivmeyle artmaktadır.) geri kalan ana dillerde açık bir azalma tespit edilmiştir. Bazı diller açısından bu azalma bir dış göç dalgası ile açıklanabilirken, bazılarında mevcut dilin yerini Türkçe’ye bırakmış olması ihtimali kuvvetlidir( İlgili dilin ana dil olarak oranı düşerken ikinci dil olarak artması veya sabit kalması, büyük oranda buna işaret sayılmıştır).”[3]

Türk olmayan Müslüman halklar Müslümanlıklarını koruma, Müslüman kimliklerine göre tercihler yapma refleksleri ile etnik kimliklerinden ve dillerinden olmaya başlamışlardır. Bu durum özellikle kimliğini koruma refleksiyle ve kimliğinden dolayı uğradığı baskılar nedeniyle Balkanlardan ve Kafkaslardan gelen halklar açısından trajiktir. Çünkü bu halklar adeta yağmurdan kaçarken doluya tutulmuşlardır. Müslüman kimliklerini korumak için göç etmişler ancak bunun bedeli bu halkların büyük bölümünün dillerinden ve tarihlerinden uzaklaşmaları ve Türkleşmeleri olmuştur.

Türkiye’de yaşayan Müslüman halklar dinlerinin, dil, tarih ve kültürlerinin yok edilmesinin bir aracı olarak kullanılmasına daha ne kadar izin verecekler? Müslüman olmanın zorunlu olarak Türkleşmek anlamına gelmeyeceğini ne zaman anlayacaklar?

Mahir Özkan














[3] Türkiye’nin Etnik Coğrafyası, MSGSÜ Bilimsel Araştırma Projeleri, Proje Yürütücüsü: Şükrü Aslan, Araştırmacılar: Murat Arpacı, Öykü Gürpınar, Sibel Yardımcı. s. 189

100 Yıl Önce 100 Yıl Sonra: Değişenler, Değişmeyenler



Hemşinlilerin tarihine ilişkin kaynakları araştırırken karşılaştığım isimlerden biri olan Nikolay Marr’ın Lazistan seyahati notları, ‘Lazistan’a Yolculuk’ adıyla Aras Yayıncılık tarafından yayınlandı. Bu önemli eserin yayınlanmış olması benim için ayrı bir mutluluk oldu. Marr’ın seyahat notlarında Hemşinlilere ilişkin ufak tefek de olsa bilgiler olduğu, birçok makalede belirtiliyordu. Hemşin tarihi çalışmalarında en küçük bilgi kırıntılarına bile ihtiyaç duyduğumuz için bu eseri incelemem gerektiğine karar vermiştim. Türkçe’de olmayan bu esere nasıl ulaşacağımı düşünürken eserin kendisi ile karşılaşmak apayrı bir mutluluk oldu. Bunun için eseri Türkçe’ye kazandıran Aras Yayınları’na ve çevirmen Yulva Muhurcişi’ye şimdiden teşekkürlerimi sunuyorum.

Nikolay Marr kimdir?

Nikolay Marr, Karadeniz ve Kafkasya halklarının dil, tarih ve kültürleri üzerine çalışmalar yapan araştırmacıların yabancısı olmadığı bir isim. 1864 Gürcistan doğumlu olan Marr, İskoç bir baba ve Gürcü bir annenin çocuğu olarak dünyaya gelmiş, eğitimini ise St. Petersburg Devlet Üniversitesi’nde tamamlamış çok yönlü bir bilim insanı. Armenoloji, Kartveloloji, Farsoloji ve klasik filoloji uzmanı olan Marr, bir dönem Sovyet devleti tarafından da desteklenen ancak 1950’ lerde bizzat Stalin tarafından eleştirilen ‘Yeni Dil Öğretisi’ adlı kuramın sahibi.
Marr’ın çalışmalarının önemli bir bölümü Armenoloji alanındadır. 1915-1916 yıllarında Hovsep Orbeli’yle birlikte Van’da Urartulara ait çiviyazılarını araştırdı. Ani, Şiragavank, Dvin, Zvarnots ve Garni’de kazılar gerçekleştirdi. Özellikle Ani kazıları Ermeni kültürü açısından eşsiz değere sahip sonuçlar ortaya çıkardı. Marr’ın çalışmaları Ortaçağ Ermeni tarihinin aydınlatılmasını sağlamaya yardımcı olmakla kalmadı, Ermenistan’da akademinin temellerinin atılmasına da büyük katkıda bulundu. Ermeni Edebiyatı alanında da çalışan Marr’ın 1903’te yayınlanan ‘Eski Ermeni Dili Grameri: Etimoloji’ ve 1934’te yayınlanan ‘Ani: Edebi Kaynaklara ve Kadim Kentte Yürütülen Kazılara Göre Şehrin Bir Tarihi’ önemli eserleri arasında sayılabilirler.

Kafkas dilleri uzmanı diyebileceğimiz Marr, Laz dili üzerine de çalışmalar yapmıştır. Laz dili üzerine çalışmaları kapsamında Lazistan’a bir seyahat gerçekleştirmiş ve bu seyahat sonucunda 1910 yılında ‘Sözlüklü Çan (Laz ) Dili Grameri’ adlı eserini yayınlamıştır. Laz dili üzerine veri toplamak için çıktığı seyahatin notlarını ise İmparatorluk Bilimler Akademisi Bülteni’nin 1910 yılında yayınlanan 7. ve 8. sayılarında ‘Türkiye Lazistanı’na Yolculuk’ başlığıyla yayınlamıştır. Notlar, Marr’ın rotasını ve yolculuk sırasında karşılaştıklarını anlattığı ‘Yolculuk’, Laz yerleşim yerlerini ve coğrafyasını tanıttığı ‘Bölge’ ile Laz dili, kültürü ve halkların yaşamlarına ilişkin bilgiler verdiği ‘Nüfus ve Yaşam’ adlı üç bölümden oluşuyor. Kitapta Nikolay Marr’ın Ani kazılarına ilişkin de küçük bir ek bölüm bulunuyor.

 Herkes “Hain” Herkes “Ajan”

Kitabın ilk bölümünde karşılaştığı zorluklardan söz ediyor Marr. Üzerinde en çok durduğu zorluk, doğal ve lojistik zorluklar değil maalesef. Bazen fotoğraf çekmekte, soru sormakta zorlanıyorlar, kendileri sorgulandığı için. “Her türlü sorumuz yanlış yorumlanıyor, çektiğimiz her fotoğraf şüphe uyandırıyordu”(s.58). Şüphelerin ne yönde olduğuna ilişkin yazılanları okuyunca bazı şeylerin hiç değişmediği duygusuna kapılıyor insan. “Savaş için topografik planlar hazırlamak üzere buraya geldiğimizden ve tebdili kıyafet dolaşan askeri casuslar olduğumuzdan şüphelendiler… bize inanmadıklarını söylediler ve tehditkar bir şekilde ne zaman çekip gideceğimizi sordular. Tihonov’un (yardımcısı) Rus değil Yahudi olduğu yönünde sataşmalarda bulundular.”(s.33) Şüphelerin ortadan kalkması için tüm çalışmalarını herkesin gözü önünde yapmasının da şüpheleri gidermeye yetmediğini de ekliyor Marr. Maalesef buna benzer şeyleri bugün de yaşıyoruz. Geçtiğimiz yıllarda Hemşin dili ve kültürü üzerine çalışmalar yapan Türkolog Lusine Sahakyan bölgeyi ziyaret etmiş, bu gezisinin sonucunda bir Hemşin belgeseli ve Hemşin yer adlarına dair bir kitap yayınlamıştı. Bu yayınlardan sonra kendisine ve bölgede ona yardımcı olan kişilere yönelik sosyal medyada ve çeşitli platformlarda 100 yıl öncesine benzer suçlamalarla karşılaşmıştık.

En Temiz Lazca’yı Kadınlar Konuşuyor

100 yıldır değişmeyen başka bazı şeylerin ipuçlarını da veriyor kitap. En temiz Lazca’yı kadınların konuştuğunu belirtiyor Marr. Bugün de kadınlar dilin gelecek kuşaklara taşınmasını sağlıyorlar. Ancak günümüz koşullarında artık sadece sözlü olarak dili taşımanın çok zor olduğunu ve çok daha hızlı bir şekilde yitirildiğini de unutmamak gerekiyor. Laz dilinin yitirilmesine neden olan unsurlar arasında bugün de geçerli olan başka bir olgu da büyük şehirlere ve liman şehirlerine doğru yaşanan göç sayılıyor. Dilin unutulmasına ilişkin baskıların daha çok Cumhuriyet dönemi ile ilişkilendirildiği günümüzde aslında diller üzerindeki baskıların daha önceki dönemlerden başladığını gösteren bilgiler veriyor Marr. “Hopa’da Laz alfabesini oluşturmaya çalıştığı için Abdülhamit rejiminin baskısından hayli muzdarip olmuş Faik Efendi ile tanıştım. Hapse gönderilmiş, evi aranmış ve tüm çalışmaları, kitapları yakılmış.”(s.102) Türkiye’deki Müslüman azınlıkların asimilasyonunda en önemli araçlardan biri de din olmuştur. Bugün de insanlar Müslüman ortak paydası üzerinden Türkleştirme politikalarına maruz bırakılıyorlar. Dinin o günlerde de benzer bir işlev gördüğünü şu satırlardan takip edebiliyoruz: “Lazların ulusal kazanımlarını her şeyden çok İslam yok ediyor. Ulemalar Lazları, yeryüzünde sadece 300 yıllık bir geçmişe sahip olduklarına inandırmayı başarmış. Dahası Lazlar, Lazistan sınırları içindeki Hıristiyan yapılarının da Megrellere ait olduklarına inanmaktalar. Lazistan’da mollaların çokluğu göze çarpanlar arasında. Lazlar da mollaların sayısındaki artışın farkında. Rusya’ya (Kafkasya’nın batısına) ve Türkiye’nin diğer bölgelerine gönderilecek mollalar Lazistan’da yetiştiriliyor.”(104)

Lazların kendi dillerine ilişkin tutumlarının da dilin kaybedilmesinde önemli etkenlerden biri olduğunu belirtmek gerekir. 100 yıl önce de bugün olduğu gibi halkın belli bir kesiminde kendi dillerine ilişkin tutumun maalesef olumsuz olduğu anlaşılıyor. Eğitim ve kentleşme ile birlikte anadili geriliğe ve köylülüğe ait bir unsur gibi algılama eğilimi o dönemlerde de varmış. Ay adlarını sorduğu bir Laz’ın, Lazca cevap vermemesi üzerine ona Lazca ay adlarını saymaya başlayan Marr’a söylediği şu sözler durumu anlatıyor aslında: “Eh, bunlar çok eskide kaldı. Bunları sadece kadınlar bilir!”
Kitapta ortaya konan yaşamın bugünlerden farklı bir yanı var. Bugünkü ile kıyaslanamayacak renklilikte bir günlük yaşam. Lazistan’ın küçücük bir kasabasında anadilleri ve Türkçe’nin yanısıra pastacılık yaptığı Rusya’da öğrendiği Rusçayı konuşan Hemşinli ve Lazlar, Gürcüler, Rumlar, Ermeniler, Kürtler ve Çingenelere rastlamak mümkün. Bugün maalesef bu dillerin bir kısmı hiç duyulmaz olmuş bir kısmının ise sesi çok fena kısılmış durumda.

Hiç Umut Yok mu?


Aslında bütün bunlara rağmen umut elbette var. Birçok şekilde anlatılabilir neden umutlu olmamız gerektiği. Ama ben sadece kitabın çevirmeninin ismine dikkat çekmeyi tercih ediyorum: İstanbul Üniversitesi Rus Dili ve Edebiyatı Araştırma görevlisi Yulva Muhurcişi. Resmen anadili Lazca ad ve soy ad kullanan genç bir akademisyen. 

28 Aralık 2015 Pazartesi

Saat Sesi



“beynim zonkluyor, beynim zonkluyor
olayların akışı, olayların akışı, beni takmıyor
cak cak cak, ding dong dong, tik tak tak
saatin sesi nasıl kızmam*”

“Tik tak ya da ding dongdan daha sinir bozucu” diye düşündü. Bir sese, bir sözcüğe her takıldığında diline bir şarkı düşer, gün boyu da ayrılmazdı peşinden. Diline takılanı mırıldanarak deniz kenarlarını, dağ başlarını, bulutların üzerini, neşeli günlerini dolanırdı hep. Bu defa öyle olmadı. Çünkü gerçekten beyni zonkluyordu. Yalandan bir soru buldu kendine: “Saatler tik tak mı, ding dong mu, tıkk tıkk mı yapar? Belki eskiden tik tak yapıyorlardı ama artık elektronik mekanizmalar var. Her saniye aynı sesi çıkarıyor. Tıkk, tıkk, tıkk… Off! Kimin umurunda saatin çıkardığı ses? Öldüğümü hatırlatmasa. Öldüğümü mü hatırlatıyor? Koştuğumu mu? Koşu mu? Evet koşu. Koşu bandında!”

Gülümsedi. Koşu bandı benzetmesi hoşuna gitmişti. İfade edilişindeki güzellik; acının, olduğundan daha derin duyulmasına neden oluyordu. Bir yanıyla da ayıltıcıydı. Estetiğin sağaltıcı gücü acının en derinini duyururken bile uç verebiliyordu.

“ Bırak bunları! Tutunacak dal arıyorsun kendine.” dedi. Sonra da “Niye aramayayım ki” diye yanıtladı kendini. Odanın içini dolduran sesin kaynağı olan saate baktı. Pilini çıkarmayı düşündü. Vazgeçti. Kolundaki saate baktı. Çıkardı. Üzerinde yeni çıkmış iki ucuz edebiyat dergisi, kahvaltıdan kalma tava, çay bardağı, tv kumandası, peçete niyetine kullanılan tuvalet kağıdı, bardağın altına hiç konmayan bir bardak altlığı, akşamdan kalma çerez kasesi ve baş parmakla işaret parmağı arasında yuvarlana yuvarlana grileşmiş ekmek içi bulunan sehpanın üzerine bıraktı. Dışarı çıktı.
Yürüdü. Edirnekapı kavşağına gelince sahile doğru inen Savaklar Caddesi’ne geçti. Mısır Tarlası Mezarlığı’nın yanından ağır ağır aşağı doğru inmeye başladı. Halk Ekmek fabrikasının önüne gelince Rum Mezarlığı’nın olduğu tarafa geçti. Mezar taşlarına baktı. Üzerlerindeki yazıları okumaya çalıştı. Bazı isimlere kısa hayat hikayeleri yazdı. Öldükleri yaşlara ve cinsiyetlerine göre ölüm sebepleri uydurdu.

Rum Mezarlığı’nı geçtikten sonra ana yolu terk edip ara sokaklardan sahile inmeye karar verdi. Sur Dibi Mezarlığı’nı ikiye bölen Eğrikapı Caddesi’nden sur içine yöneldi. Yeşil pantolonunun paçalarını siyah çoraplarının içine sokmuş, yakası kürklü gocuğu, başında beyaz takkesi ve elinde tespihiyle mermer levhasında Hz. Abdussadık Amir İbn-i Same yazan türbenin dibine çökmüş tatar yüzlü adama selam verdi. Adam başını sallayarak ve içine kaçan bir sesle, “Aleyküm selam” dedi. Türbenin turuncu, yeşil, pembe, kahverengi tespihlerin asılı olduğu yeşil parmaklıklarına yaklaştı. Mezarın iki ucundaki yeşil taşlarda yazan Arap harfli kelimeleri güç bela okumaya çalıştı. Yüzünde sakal niyetine bırakılmış üç beş tane uzamış tüyden gayrısı olmayan tatar yüzlü adam avucunu uzatıp, “Allah niyetini kabul etsin” dedi. Adama dönüp bakmadan, “Sağ olasın” deyip yürümeye devam etti.
Hz. Haceti Hafir Türbesini geçip ancak bir arabanın sığacağı dar yoldan sur içine girdi. Sur içine girer girmez sağında Kesikbaş ve Derviş Molla Muhammed Türbesi’ni gördü. Türbe, üzerindeki yeni yapılmış yeşil boyası sayesinde karşısındaki iki katlı, bazı camları kırık, bazılarına şeffaf naylon çakılmış, yarı ahşap, cumbalı ev gibi terk edilmiş görüntüsü vermiyordu. O kadar kötü boyanmıştı ki içinden, “Keşke terk edilseymiş” diye geçirdi. Sonra evin o hali “yaşam terk edilmiş ama ölüm terk edilememiş” diye düşündürdü.

Yürümeye devam etti. Soldan aşağıya inen Kandilli Türbe sokağına girmeyi düşündü. Yokuşa bakıp vazgeçti. Az ileride, küçük meydanın sağında, önündeki ağacın gölgesine birkaç masa atılmış küçük bir kahvehane vardı. Kahvehanede oturup bir çay içmeyi düşündü. Masaların solunda ünlü bir markanın reklam şemsiyesinin altındaki dondurma dolabını gördü. Çaydan caydı. Yürümeye devam etti. Arkasındaki küçük bahçenin iki büyük çınarının gölgesine sığınmış gibi duran, boyaları dökülmüş, üzerine yapıştırılıp sökülen afişlerin bıraktığı rengarenk kargaşa, bir kısmı dökülmüş kiremitleri ve canlılık belirtisi veren tek şeyi, yeni boyanmış kırmızı kapısı olan evin önünde, bebeğini kucaklamış bir adam, küçücük bir taburede oturuyordu.  Geçerken selam vermeyi düşündüğü adam, “Aloo! Al şu çocuğu, geç kaldım!” diye seslendi, kırmızı boyalı kapıdan içeri.

Kapıdan kimsenin çıkıp çıkmadığına bakmadan ve selam vermeden ilerledi. Solundaki sokağın başında durdu. Bir çıkmaz sokaktı. Sokağın sonundaki duvarın üzerinden deniz görünüyordu. Duvarın hemen ardındaki ağaçların kökleri denizin içindeymiş duygusu uyandırıyordu. Sokağın içinde duvarları uydu antenleriyle kaplı, ahşap cumbalı, iki katlı yığma tuğladan bir ev vardı. Bu evin hemen yanı başında çatısının üzeri asmayla kaplı, tek katlı, iki göz briket bir kondu vardı. Kondunun çatısından karşısındaki elektrik direğine gerilmiş ve ortasından bir sırıkla desteklenmiş ipin üzerinde, pembeli beyazlı, mavili grili havlular ve yıpranmış bir çarşaf asılıydı.

Sokağa girip manzarayı izleme isteğini kovaladı. Dervişzade Sokak’tan sahile yürümeye devam etti. Mahallenin eski halini düşünmeye çalıştı. Yıkık evleri onardı. Sokaklarında gezenleri, cumbalarından sokağı seyredenleri canlandırdı. Ön tarafı sac levhalarla kapatılmış yıkık bir evin hemen yanında gerçekten de yenilenmiş, ahşap giydirilmiş cumbalıyı gördü. Ahşap kaplamasının rengi ve dokusu düşündüğü zamanları hatırlatıyordu. Dudağının kenarında ahşap cumbada yudumladığı kahvenin verdiği tat, ahşap görünümlü pvc pencereleri ve demir parmaklık ardındaki kasa kapısı duygusu veren çelik kapıyı görünce acılaştı.

Ortasında tarihi çeşme bulunan üç yola gelene kadar etrafına hiç bakmadı. Kazasker İvaz Efendi Camii’nin önündeki beşgen çeşmede bir tane bile musluk yoktu. Camiye bakan yüzünde, üzerine yazılmış yazıları kapatan beyaz badana ve onun üzerine yazılanları kapatmak için kullanılmış olan pembe boya vardı. Buna karşın henüz üzeri boyanmamış olan “2310 KG” ve “EĞRİKAPI” yazıları okunuyordu. Camiye yöneldi. Caminin, binaların arasında kalmasından sonra yapıldığı belli olan küçük nizamiyesi üzerindeki mermer levhada “Kazasker İvaz Efendi Camii, İmari 1585, Mimari Mimar SİNAN” yazıyordu. Bahçesindeki mezarların yanında, ağaçların altında oturmak istedi. Cami restorasyon nedeniyle kapalıydı. Avludan el arabasıyla hafriyat taşıyan işçilerin sesleri geliyordu.
Haliç’e doğru alçalmaya başlayan yolun solunda Anemas Zindanları, sağında Emir Buhari Tekkesi bulunuyordu. Anemas Zindanları’nda da restorasyon vardı. İçeri bakmaya çalıştı ama hiçbir şey göremedi. İnşaat alanını çevreleyen sunta blokların üzerinde eseri tanıtan yazı ve krokiler vardı. Bir süre bunları inceledi. “Zamana dayanabilmenin bir yolu olmalı” diye düşündü. “Taş!” dedi kendi kendine. Sonra, “Ne önemi var ki, zamana dayanabilmiş olmanın bilincine sahip olamadıktan sonra. En güzeli teslim olmak! Zamanın dışına çıkmak ancak ona kayıtsızlıkla mümkün”
Yokuşun sonuna, “Ayvansaray Kentsel Yenileme Projesi” inşaatının olduğu köşeye geldi. Proje ile eski Ayvansaray evleri gibi görünsün diye ahşap giydirilmiş betonarme evler yapılıyordu. Tabi alt katları dükkanlarla donatılmış olarak.

Sırtını bu yenileme projesine dönüp nizamiyesinin mermer alınlığında, “Panayia Vlaherna Ayazması Meryem Ana” yazılı demir kapıya yöneldi. Ayazmanın yüksek duvarlarının üzerinde askeri alanlar gibi dikenli teller vardı. Bir ayazmanın duvarlarının bu kadar yüksek ve duvarlarının üzerinde dikenli teller olmasına şaşırmadı. Kapıdan içeriye doğru giden iki yanı beş sıra küçük tuğla ile işlenmiş genişçe bir yol vardı. Yolun iki yanı, çeşitli süs bitkileri ve ağaçlarla, yeşil alan olarak düzenlenmişti. Yolda ilerledi. Yolun tam karşısında ve sağında iki bina vardı. Karşıdaki binaya doğru ilerlerken, sağdaki binanın önünde gölgeye çıkarılmış iki masada beş altı kişinin oturduğunu fark etti. Kırklı yaşlarının üzerinde görünen kadınlı erkekli grup kaçamak gözlerle ona doğru bakıyorlardı. Ama baktıklarını belli etmemeye çalışıyorlardı. Belki ona öyle geliyordu. İnsanları huzursuz etmiş hissetti kendini. Kaçıyormuş gibi görünmekten korktuğu için yavaş hareket etmeye çalışarak geri dönüp dışarı çıktı.

Ayvansaray Kuyusu sokağından sahil yoluna inmek yerine hemen sağa dönmek istedi. Mustafa Paşa Bostanı sokağına döndü. Sokağın girişinde tek koltuklu bir berber dükkanının önünde tekerlekli sandalyeli müşterisini tıraş eden berberle göz göze geldiler. Başıyla selam verdi. “Aleyküm selam” dedi berber.   Adam bu selama şaşırmış görünüyordu. Arkasından baktığına emindi. Ama bakıp kontrol etmesi mümkün değildi. Adımlarını hızlandırdı. Yine kaçıyordu. Yine kaçtığının belli olmasından korkuyordu. Sağa giren sokağın başında Hz. EBU ZER EL ĞİFARİ tabelasını gördü. Geçti. Sola dönüp Çember sokağa girdi, sahile inmek için. Sokağın ortasındaki HAZRETİ CABİR CAMİİ’nin önüne geldi. İşlemeli, ahşap kanatlı kapısının bir kanadı açıktı. Kapının iki yanında, kapının üzerindeki sonradan eklenmiş gibi duran ahşap bölümü destekleyen mermer sütunlar vardı. Sütunların arasından içeri süzüldü. İçeride kimse görünmüyordu. Ayakkabılarını çıkarıp ayakkabılığa yerleştirdi. Girişten itibaren ahşap döşemelerin ve halı zeminin yumuşaklığının etkisi altına girmişti. Takip edildiği ve huzursuzluk verdiği düşüncesinden kaynaklanan rahatsızlıktan kurtulması için, içeride kimsenin olmadığından emin olması gerekti. İçeriye göz gezdirdi. Dinledi. Kimse yoktu.

Harim, kırmızı süslemeleri olan yeşil tonlarının hakim olduğu halılarla kaplıydı. Minberin yanında duvar dibinde yere bırakılmış tespihler vardı. Mihraba yakın olmak istemedi. İzlenmek istemiyordu. Birini izlemek de istemiyordu. Minbere de yakın olmak istemedi. Vaaz dinlemekten de vaaz etmekten de uzaktı. Mihrabın sol yanında, caminin ortasındaki bir sütunun dibine oturdu. Gözlerini kapattı. “Koşmak istemiyorum” dedi kendi kendine. “Hiçbir yerde olmak istemiyorum. Hiçbir yere gitmek istemiyorum. Hiçbir şey olmak istemiyorum.” Başkaca şeyler de dedi. Bir süreliğine de olsa bedeninden kurtulmak istiyordu. Onu hissetmemek… Onsuz da var olabilmek… Ya da sadece çok darlanmıştı.  

“Tıkk, tıkk, tıkk…”

Gözlerini açtı. Başını kaldırdı. Önünde oturduğu sütunda asılı duran, abartılı büyüklükteki, dikdörtgen ahşap bir çerçevenin içine yerleştirilmiş elektronik mekanizmalı saati gördü. Ayağa kalktı. Bir an önce dışarı çıkmak istiyordu. Ama hızlı hareket ederse görecek birilerinin kaçtığını sanmasından korktuğu için ağır adımlar atmaya çalışarak sokağa yöneldi. Ayakkabılarını ayağına geçirip sürükleye sürükleye giyinirken sokağa attı kendini. Sokağa çıkmasıyla beraber, cami kapısının karşısındaki duvarın dibindeki taburede oturan adam ayağa kalkıp ona doğru gelmeye başladı. Kamburlaşmış vücudunu sağına doğru yatırıp sağ elini ona doğru uzattı: “Allah kabul etsin, Allah rızası için.”  Başında bir zamanlar beyaz olduğu belli olan takkesi, uzun yıllardır giyildiği diz ve dirseklerindeki parlamadan belli olan fıstık yeşili üzerine koyu yeşil çizgili, yelekli takım elbisesi, kısa paçalarının altından görülen derby lastik içine giydiği mesti ile buralara ait olmayan biri gibiydi.
“Amca sen bu caminin imamını tanıyor musun?” dedi; ciddi bir meseleyle ilgili konuşacağını hissettiren kararlı bir ses tonuyla.
“Tanıyorum?” dedi adam.
“Ona söyle o saati oradan kaldırsın!”

*Bulutsuzluk Özlemi

Mahir Özkan

Ekim 2015

27 Aralık 2015 Pazar

Bir ‘Verabroğ’ Olarak Apraham Kasparyan

(Agos Gazetesi'nin kitapkirk ekinin Kasım 2015 tarihli 84. sayısında yayınlanan, Aras Yayınları'ndan çıkmış, Apraham Kasapyan'ın Kaç Kişisiniz Boğos Efendi? adlı hatıratı üzerine yazdığım yazı)

Editörü Rober Koptaş’ın ‘gerçek survivor’, Ermenicesiyle verabroğ olarak tanımladığı Apraham Kasapyan’ın hatıratı sarsıcı bir kitap. Tanık olduklarının korkunçluğundan kaynaklanmıyor sarsıcılığı. Aslında kendisinin de bu manzaraları sarsıcı bir biçimde tasvir etmek gibi bir derdi yok. O, bu işi Victor Hugo veya Aleksander Dumas gibi yazabilen yazarlara bırakıyor. Onun gücü yalınlığından ve sahiciliğinden geliyor. En korkunç olayları anlatırken bile ajitasyonun izine rastlamıyorsunuz. Bu derece yalın bir anlatımın insan olma hallerinin karmaşık ve farklı biçimlerini bu zenginlikte önümüze koyabilmiş olması hayranlık uyandırıcı.

‘Yaşayanların vakti yok ki…’

Hatıratın daha ilk satırlarında Apraham Kasapyan ile kişisel bir bağ kurduğumu belirtmeliyim. Kasapyan; “Bu devirde, yaşlı, dünyaya veda etmekte olan bir adamın hayatını, onu çok sevenler bile okumaz, biliyorum. Yaşayanların vakti yok ki ölmekte olanın hayatıyla ilgilensinler.” diyerek başlıyor; “İnsanlar unutulmaya mahkumlar. Kaldı ki bunun bir günah olduğu da söylenemez.” diyor ve “Bunun bir suç olduğunu bile bile hayatım boyunca çalıştım.” diyerek devam ediyor. Sadece bu giriş cümleleri bile insana ilişkin temel tartışmaları yapmış, yaşamış ve dinginleşmiş bir bilinçle karşı karşıya olduğumuza işaret ediyor. Anlatının gücünün ve sarsıcılığının aynı zamanda bundan kaynaklanmış olduğunu söylemek yanlış olmaz.
Soykırım ve katliam anlatılarının belki de anlatılan olayların günlük yaşam için ‘aşırı’ olmasından kaynaklanan bir tehlike taşıdıklarını düşünürüm. Bu cürümlere maruz kalan insanları ve yer yer bu cürümlerin faillerini nesneleştiren bir etki yaratır bu anlatılar. Ölme ve öldürme ilişkisi o kadar öne çıkar ki kendisinden başka hiçbir şeye yer kalmaz anlatıda. Böylelikle bu yaşananlar adeta insani bir durum olmaktan uzaklaşır. Her türlü yaşamda kalma çabasının, yaşatma çabasının, kurban ve faillerin kendi içlerindeki farklı tutumların silinmesine yol açar. Tek biçimde eyleyen kurbanlar ve tek biçimde eyleyen failler kalır geriye. Kasapyan’ın anlatısı ise failleri ve kurbanlarıyla yaşamın olağan zenginliği içindeki insanları ortaya koyuyor.  Aslında böylece insanların yaşananlar üzerindeki etkilerinin olanaklarının ve sınırlarının nerelere varabileceğini göstererek siyasal otoritenin iradesi ve sorumluluğuna işaret etmiş oluyor.

1902’ den 1969’a

Kitapta Kasapyan, doğduğu 1902 yılından hatıratı yazdığı 1969 yılına kadar süren mücadele içinde geçmiş bir ömürden insan hikayelerini anlatıyor. Kilis Kaymakamı Ali İhsan Bey’in yardımı sayesinde ölümden dönüyorlar. Bazı akrabaları yardım isteklerini belki de kendi geleceklerine güvenemedikleri için geri çeviriyorlar. Sürgün yollarında köylerden mal alıp, kamplarda satanlar, dilencilik yapanlar, yapmayı kendine yediremeyenler, rüşvet alan memurlar, parası olduğu için kurtulabilenler, kaçak gezenler oluyor. Yetim bir kızı, oğluyla evlendirmek isteyenler ama adını değiştirmeyenler oluyor. Sürgün yollarında yitirilen akrabalar oluyor. Ölümün bir çeşit kurtuluş olduğu düşünülebiliyor. Bu yüzden ölenlerinin arkasından ağlayamayan insanlar oluyor.
Ölümden döndükten sonraki yıllar da çok kolay geçmiyor Kasapyan için. Yine canlı bir yaşam mücadelesi tablosu var. İş öğrenmeye çabalıyor. Birçok denemede bulunuyor. Fransa’ya çalışmaya gidiyor. Avrupa’dan dönüyor. Oradan döndüğü zaman arkadaşları ona kızıyor ama sonradan yaşadıklarıyla onlara hak veriyor. Ortaklıklar kuruyor, bozuyor. İşini büyütmeye çalışıyor. Tam işlerini yoluna koyduğunu düşündüğü zamanlarda yeni çilelerle baş başa buluyor kendini. Ama her seferinde yeniden ayağa kalkmasını biliyor.

Tekirdağ’dan Tehcir ve Bitmeyen Soykırım

Kasapyan’ın hatıratı soykırımla ilgili bazı gerçekleri yeniden hatırlamama neden oluyor. Mesela tehcir kararına gerekçe olarak sürekli “doğu cephesinde düşmanla işbirliği yapan Ermeniler” argümanı kullanılır. Oysa Kasapyan ailesi o zamanlar nüfusunun önemli bir bölümü Ermeni olan Tekirdağ’da yaşamaktadır. Sürgün hattı Tekirdağ-İstanbul-İzmit-Bilecik-Konya-Pozantı-Tarsus-Osmaniye-İslahiye-Aziziye-Kilis yoludur. Yani batıdan doğuya doğrudur. Bu durum aslında kitapta bir dipnotla verilen Ali İhsan Bey’in mahkeme tanıklığının da işaret ettiği gibi ‘kastın’ başka bir şey olduğunu açıkça gösteriyor.
Hatırladığım başka bir şey ise soykırımın Cumhuriyet tarihi boyunca farklı yüzleriyle devam etmiş olduğu gerçeği. 20 Sınıf Nafıa Askerliği, Varlık Vergisi, 6-7 Eylül ve bazıları günümüzde de devam eden daha birçok uygulama aslında soykırımın bir süreç olduğunu düşündürtüyor. Zaven Biberyan’ın fevkalade eseri ‘Babam Aşkale’ye Gitmedi’ de anlattıklarını hatırlıyorum, Kasapyan’ın anılarını okurken. Orada gördüğüm tabloya göre Kasapyan’ın dirayetine şapka çıkarıyorum.
Bu devamlılığın kendi yaşamımdaki izlerini sürüyorum. Annemin, Müslüman Hemşinli olmamıza ve sürgüne muhatap olmamış olmamıza rağmen ilk gençlik yıllarımdaki Ermenilikle ilgili ısrarlı sorularım karşısında “Kena emmen dağ Ermeni im asa u kezi gedrin – git her yerde Ermeniyim de de seni kessinler” demesi aklıma geliyor. Kasapyan’ın hatıratının günümüze kadar susmuş olmasıyla annemin korkusu arasındaki akrabalık bana konuşmaktan başka çaremiz olmadığını hatırlatıyor.  

Şimdi Konuşma Zamanı

Bugün bir yandan soykırım mağdurlarının hikayelerinin konuşulmaya başlandığı, öte yandan sınırlı da olsa toplumun geçmişle yüzleşmesine dönük çabaların ortaya konduğu günlerdeyiz. Belki de Kasapyan’ın hatıratının ortaya çıkması da bu sayede mümkün olabildi. Öte yandan yeniden ülkenin bir yanı ateşler içinde yanarken bir yanında kayıtsızlık sürüyor. Bütün bunlar bir daha olmaz dediğimiz şeylerin gerçekten olmamasının bizim buna izin vermememizle mümkün olabileceğini hatırlatıyor.
Çocukluğuyla ilgili ilk hatırası 1908 yılındaki Hürriyet Günü’ne dair olan Kasapyan, “Bu satırları kimsenin okumayacağını çok iyi biliyorum” diyerek bitiriyor kitabını. Okunmayacak denenleri okumaya başladığımıza göre hürriyet günlerini de geleceğe taşımanın vakti gelmiş demektir.

Mahir Özkan
Kasım 2015




Anadilde Eğitim Meselesi



Milliyetçilik doğası gereği insanı evrensel bir bakıştan yoksun bırakır. Milliyetçiler kendi ulusu, halkı, etnik kimliği için istediği hakları ve özgürlükleri başkaları söz konusu olduğunda rahatlıkla göz ardı ederler. Bu durum bizim milliyetçilerimiz için de pek tabi geçerlidir. Onlara göre; Türkler, tarihleri boyunca asla ‘esir yaşamayı kabul etmemiş’, ‘ya istiklal ya ölüm’ şiarıyla yaşamıştır. Özgürlüğü böylesine ‘kutsayan(!)’  milliyetçilerimiz, ne hikmetse Türkiye’de yaşayan halklar özgürlük taleplerini yükselttiklerinde ise bozguncu, bölücü, terörist suçlamalarıyla bu taleplerin karşısına dikiliveriyorlar.
Anadilde eğitim ve anadili öğrenimi konusunda da aynı kural geçerli. ‘Türkçe dil bayrağımızdır’ şiarıyla, Türkiye dışında Türkçenin kullanımı konusunda devlet, bütün imkanlarını kullanıyor. Türklerin yaşadığı bölgelerde Türkçenin resmi statü kazanması, Türkçe eğitim verilmesi, Türkiye’den ilgili ülkelere öğretmenler gönderilmesi yönünde yoğun çaba harcıyor. Örneğin; geçtiğimiz yaz Yurtdışı Türkler ve Akraba Topluluklar Başkanlığı’nın (YTB), Edirne Milli Eğitim Müdürlüğü işbirliğiyle Yunanistan, Bulgaristan, Kosova, Moldova ve Makedonya'dan Edirne'ye gelen 84 öğretmene, "Soydaş Öğretmenlere Türkçe Atölyesi" kapsamında Türkçe eğitimi verdi. Bu konulardaki haberler basında genel bir memnuniyet hatta sevinçle karşılanıyor. Hatta bazı yazarlar yurtdışı Türklerin hakları ile ilgili devletin daha yoğun çaba harcaması gerektiğini savunuyor. Bazıları Türklerin uğradığı baskı ve zulümlerden söz ediyor. Sincan Uygur, Güney Azerbaycan vb…
Hal böyle olunca tabloyu daha iyi görebilmek için Türkçenin dünyadaki durumuna bir göz atmak istedim.

Rusya

Yakutistan, Başkırdistan, Kabardey Balkar, Karaçay, Tataristan vb. özerk bölgelerde bölge halkının konuştuğu Türkçe lehçeleri Rusça ile birlikte resmi dil statüsünde. Bu dillerde eğitim yapılabiliyor. Özerk bölgelerin kendi parlamentoları, başkanları, anayasaları var.

Almanya

Almanya'da bazı eyaletlerde ilkokuldan başlayarak haftada 3 ila 5 saat zorunlu anadili dersleri veriliyor. "Ulusal Uyum Planı" adı altında çift dilli eğitimin gerekliliği yaklaşımı kabul ediliyor. Bu amaçla ortaokulun ilk yılından itibaren uygulanan "karşılaştırmalı dil eğitimi" modelleri geliştirilmiş. Bu modele göre haftada iki saat Türk ve Alman öğretmenlerin bir arada girebilecekleri dersler düzenleniyor ve her iki dilin de karşılaştırmalı öğretimi uygulanıyor.

Çin

Çin’de Mao Zedong liderliğinde gerçekleştirilen devrimin ardından 1951 tarihli “Etnik Eğitime İlişkin İlk Ulusal Konferans Raporu”nun Devlet Konseyi’nde onaylanmasıyla beraber, Moğol, Kore, Uygur, Kazak ve Tibet gibi hâlihazırda yazılı bir dile sahip etnik grupların ilk ve orta dereceli okullarda kendi dillerinde eğitim görmeleri sağlanmış. Henüz yazılı bir dile sahip olmayanların ise, bir yandan kendi yazılı dillerini yaratmaları ve geliştirmeleri, diğer yandan da Han dilini (Çince) veya alışkın oldukları bir yerel dili eğitim amaçlı kullanmaları öngörülmüş. Çin Halk Cumhuriyeti’ni oluşturan 55 farklı etnik gruptan 10’u bu politika ile yazılı bir dile kavuşmuş ve ayrıca Çince öğrenmiş, 40’a yakını kendi diline ek olarak Çinceyi kullanabilir hale gelmiş, kalan gruplardan bazıları ise tamamen Çinceyi benimseme yoluna gitmiş. Aynı yıl, etnik azınlık dillerinin ve edebiyatının geliştirilmesine yönelik çalışmalar yapacak eleman yetiştirmek gayesiyle, bugün Milliyetler Merkez Üniversitesi adını alan Milliyetler Merkez Enstitüsü kurulmuş. Azınlık dillerine yönelik bu olumlu yaklaşım, 1952 tarihli anayasanın “tüm milliyetlerin kendi sözlü ve yazılı dilini kullanma özgürlüğü”nü güvence altına almasıyla resmiyet kazanmış, sözlü dile sahip olan halkların dillerini yazılı hale getirmesi, yazılı dile sahip olanların ise dillerini geliştirmesi için devlet desteği sağlanmış.
Sincan Uygur Özerk Bölgesi 1955 yılında Çin Halk Cumhuriyeti tarafından kurulmuş. Uygurca bölgedeki tüm etnik gruplar için ortak dil niteliği arz etmekte iken, Putonghua (Çince) ve Kazakça ikinci derecede ama önemli oranda yaygınlık gösteriyor. Bununla beraber, Uygur topluluğunun yüzde 1’inden daha azının Putonghua dilinde yetkinlik kazandığı tespit edilmiş. Söz konusu kültürel çeşitlilik, anadilinde eğitim esasına dayalı ayrı okullaşma sisteminin oluşmasına ve böylece Putonghua, Uygurca, Kazakça, Mongolca, Xibo ve Kırgızca olmak üzere altı anadilinde ilk ve ortaokul eğitimi yapılmasına imkân tanımış.

Kosova

Yugoslavya dönemindeki 1974 Anayasasında Türk azınlığına dilini kullanması için haklar tanınmış. Bu anayasa Madde 1’de Türkleri kurucu unsur olarak göstermiştir. Madde 221’de Kosova’da Arnavutça, Sırpça ve Türkçenin eşit olduğu belirtilmiş. Türklerin çoğunlukta oldukları yerlerde Türkçe resmi dil olarak kabul edilmiş. Günümüzde de Arnavutça, Sırpça ve İngilizce ile beraber Türkçe Kosova’nın dördüncü resmi dili konumunda. Türklerin Kosova’daki nüfusu ise 20 bin civarında.
Ayrıca, eğitimdeki kadro sorunun giderebilmek için 1992 yılından itibaren her yıl Türkiye bölgedeki öğrencilere burs sağlıyor, bölgeye öğretmenler gönderiyor ve bölgedeki öğrencilere kitap olanağı sağlıyor. 

Makedonya

Türkiye ve Makedonya arasında eğitim uygulama programı imzalanmış, antlaşmadan sonra Türk öğretmenler bölgeye gönderilmiştir. 1991 Anayasasının öngördüğü şekilde Türklerin yoğun yaşadıkları yerlerde Türkçe resmi dil olarak kullanılıyor. Makedonya yasalarına göre bir azınlık grubu bulunduğu beldenin nüfusunun yüzde 20’sinden fazla ise o dil beldede resmi dil hakkı kazanıyor. Üsküp’e bağlı Çayır beldesinde belediye meclisi kararıyla nüfus yüzde 20’nin altında olmasına rağmen Türkçe resmi dil statüsü kazandı. Makedonya’da 100 bine yakın Türk yaşıyor.   

Moldova

Moldova’ya bağlı özerk bir cumhuriyet olan Gagavuz Cumhuriyeti’nin 250 bin kişilik nüfusunun büyük bölümünü Ortodoks Hıristiyan inancınca mensup olan Gagavuz Türkleri oluşturuyor. Bölgede Gagavuz Türkçesi, Rumence ve Rusça resmi dil statüsünde. Türkiye’nin desteğiyle birçok okul kurulan bölgede anaokulundan üniversiteye kadar Türkçe eğitim veriliyor.

Bulgaristan

İkinci dünya savaşından sonra kurulan sosyalist rejim döneminde Türkçe eğitime yönelik önemli çalışmalar yapılmış, Azerbaycan modelli eğitim öngörüldüğünden Azerbaycan’dan hocalar getirilmiştir. Türk pedagoji okulları açılmıştır. 1970-1989 yılları arasında Türkçe isimlerin değiştirildiği baskıcı bir dönem yaşansa da 1991 anayasası azınlıklara kendi dillerinde eğitim olanakları sağlamış. Bugün Bulgaristan’da yaşayan bir milyona yakın Türk ilkokuldan üniversiteye kadar Türkçe eğitim görebiliyor.

Irak

Arapça ile birlikte Kürtçenin de resmi dil olduğu Irak’ta Türkmence bölgesel dil statüsüne sahiptir. 1993 yılından bu yana Türkmenlerin anadilde eğitim yapabildikleri okulları bulunuyor. Bu okullar önceleri Kürdistan bölgesinde kurulmuş olmakla birlikte günümüzde Türkmenlerin yaşadığı bütün şehirlere yayılmış durumda.

Kendim İçin Ne İstiyorsam….

Diyeceğim şu ki: Annemin çocukluğumdan bu yana kulağıma küpe olmuş bir duası vardı. “Allahım kendim için ne istiyorsam komşuma on katını ver” derdi. Hadi bire ondan vazgeçtim. Anadilde eğitim denince alerjiniz tutmasa bari. Kendinizin bile inanmadığı argümanlar sıralayıp, akıl mantık sınırlarını zorlamasanız artık. Valla çok şey istemiyoruz, elinizi vicdanınıza koyun. Samimi olun. Türkçe için başka ülkelerde ne istiyorsanız ona razıyız.



 Mahir Özkan 
Aralık 2015