Geçmişten geleceğe....

2 Ocak 2017 Pazartesi

"Müslüman’ız" Diye Diye Türk Olmak!



Toplumların kimlik algılarında önemli etkileri olan tarihsel olaylar vardır. Türkiye halkları açısından bu olaylardan ikisi özellikle önemlidir. Bunlardan biri Çanakkale Savaşı diğeri ise Kurtuluş Savaşıdır. Türkiye devletinin kurucu ideolojisinin bu olaylara bakışı toplumun birçok kesiminin bakışı ile uyuşmaz. Kuruluşu üzerinden bunca yıl geçmiş bir ülkede hala kimlik sorunları yaşanıyor oluşu bu uyumsuzluktan kaynaklanır. Zaman zaman birbiri ile de karşı karşıya gelen bu kesimlerden önemli ikisi kimliğini İslam üzerinden tanımlayan dindar kesimler ile gayri Türk Müslüman halklardır.

Kurucu ideoloji bu sürece aynı cephede giren toplum kesimlerini yeni kurulan devletin kurucu unsuru saymıştır. Lozan’da azınlık hakları tanınanları yani gayrimüslimleri (Süryaniler, Nasturiler, Ezidiler hariç, onların azınlık hakları bile olamamıştır.) dışarıda bırakırsak geriye kalan bütün Müslümanlar bu kapsamdadır. Tabi bu bakışa uygun bir tarih anlatısı da oluşmuştur. Örneğin; bu tarih anlatısı, Çanakkale savaşından söz ederken, Osmanlı saflarında savaşan, ancak buna rağmen ailesini soykırımdan kurtaramayan Ermeni asker Sarkis Torosyan’dan söz etmez. Oysa ne zaman halklar bazı haklarının gasp edildiğinden, kendilerine haksızlık yapıldığından söz etse, hemen: “Atalarımız Çanakkale’de birlikte savaştı.” klişesi tekrarlanıp durur.

Zaten problem tam da buradadır. Bu iki savaşa katılan gayri Türk Müslüman halklar hangi amaç, hangi kimlik uğruna katılmıştır savaşa? Hangi dava motive etmiştir onları, Türklük mü? Müslümanlık mı? Halkların kendi kaderini tayin hakkı konusu açıldığında Türkiye halklarının bu savaşlarda kaderlerini tayin ettikleri ve Türkler ile kaderlerini birleştirdikleri ifade edilir. Evet, belki bu bir açıdan doğrudur. Ama hangi zeminde birleştirmiştir kaderini halklar? Hangi ölçüye göre belirlenmiştir saflar? Türklük mü? Müslümanlık mı? Gayri Türk unsurlar açısından kader birliğinin Müslümanlık temelinde olduğu aşikârdır. Müslüman halkların bu tutumu hareketin öncülüğünü yapan Türk milliyetçiliği tarafından istismar edilmiştir. Halkların dini kimlikleri ile yaptıkları bir tercih onları etnik olarak Türkleştirmenin aracı olarak kullanılmıştır.

Mehmet Akif Ersoy, İstiklal Marşı’nın yazarı ve bir Arnavut olarak gayri Türk Müslüman unsurların tutumuna örnek olabilir. Aşağıdaki satırlar onun. Bakın bakalım siz bu satırlarda Türklük davası güden birini görebiliyor musunuz?

“Hani milliyyetin İslam idi
kavmiyyet ne?
Sarılıp sımsıkı duysaydın a milliyyetine.
Arnavutluk ne demek? Var mı şeriatta yeri?
Küfrolur, başka değil, kavmini sürmek ileri
Arabın Türk’e; Lazın Çerkez’e, yahut Kürd’e,
Acemin Çinliye rüchanı mı
varmış? Nerde!
Müslümanlıkta "anasır"mı
olurmuş ne gezer,
Fikr-i kavmiyeti telin ediyor peygamber.”

Halifeliğin kaldırılmasının, saltanatın kaldırılmasından sonraya bırakılmış olması da burada İslam’ın nasıl araçsallaştırıldığını göstermesi açısından önemlidir. İslami bir simge olarak gayri Türk Müslümanları bir arada tutacağı hesap edilerek olacak halifeliğin kaldırılması Lozan Antlaşması’nın sonrasına bırakılmıştır. Böylelikle uluslar arası alanda hukuken bütün Müslüman halklar Türk sayılabilmiştir.

Daha sonraki uygulamalar, esas meselenin Müslümanlık değil Türklük olduğunu göstermiştir. Örneğin; “Artvin ilinde büyük kısmı Gürcüce olan yerleşim adları ‘Meclis- i Umûmiyye -i Vilâyet’ (İl Genel Meclisi) kararıyla 1925 yılında tümüyle değiştirildi. 1940-2000 yılları arasında 12 bin 211 köyün, yani tüm ülkedeki köylerin, yüzde 35’inin ismi değiştirildi. İsim değiştirme furyasından en çok Doğu Karadeniz, Doğu ve Güneydoğu Anadolu etkilendi.”[1]

Bunların dışında; vatandaş Türkçe konuş kampanyaları, Türkçe dışındaki dillerin yasaklanması, bu dillerde eğitim yapılamaması, bu halkların hepsine Türk olduklarına dair tarihler yazılması, soyadı kanunu ile sülale isimlerinin Türkçeleştirilmesi gibi uygulamalar; bütün Müslüman halkların aslında Türkleştirilmeye çalışıldığının açık kanıtları olmuşlardır. Tarih yazımları ile ilgili uygulamalar öylesine uç noktalara varabilmiştir ki; “Her Bakımdan Türk Olan Kürtler: Tarih Bakımından Kürtlerin Türklüğü,” ve “Dağıstan-Aras-Dicle-Altay ve Türkistan Türk Boylarından Kürtler / Ankara 1984” adlarıyla bilimsel çalışmalar(!) yapılabilmiştir. Üstelik bu çalışmaları yapan Fahrettin Kırzıoğlu, Kürtlerle yetinmemiş Lazları ve Hemşinlileri de Türk göstermiştir.

Peki, Türk ve diğer halklardan Müslümanlar, dindarlar bu konuda nasıl bir tutum aldılar. Bu konular ne zaman tartışılsa İslami kesimlerce ilk yapılan aşağıdaki ayete göndermede bulunmaktır:
 “Ey insanlar, gerçekten, biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için sizi halklar ve kabileler (şeklinde) kıldık. Şüphesiz, Allah katında sizin en üstün (kerim) olanınız, (ırk ya da soyca değil) takvaca en ileride olanınızdır. Şüphesiz Allah, bilendir, haber alandır. [Hucurat 13]” (Çev. Ali Bulaç ) [2]

Ayeti yorumlayanlar İslam’ın farklı halklar, kavimler, etnik gruplar arasında ayrım yapmadığı konusunda genellikle mutabık görünüyorlar. Ancak bu ayrım yapmama meselesi; “etnik kimliğin bir önemi yoktur, önemli olan Müslüman olmaktır” biçimini almaktadır. Bu anlayış halkların dilsel ve kültürel haklarına ilgisizlik hatta bu mücadelelere mesafeli yaklaşmalarına neden olmaktadır. Halkların dilsel ve kültürel hakları savunulmadıkça pratikte Türk milliyetçiliğinin yaptığı gibi Müslümanların kardeşliği ve eşitliği, Türk olmakta eşitlenmek haline dönüşmektedir. Bunun sonucu da haliyle giderek Türkleşen bir Müslüman nüfus olmaktadır.

İnsanların sadece dinsel kimlikleri yok. Tamam, hepimiz Müslüman’ız da, hangi dilde konuşacağız? Hangi dilde eğitim alacağız? Hangi dilde şarkı söyleyeceğiz? Hangi gelenekleri yaşatacağız? Hangi yaşam biçimini sürdüreceğiz? “Biz Müslüman’ız, önemli olan bu” dedikçe Türkleşiyoruz farkında bile olmadan.

Mimar Sinan Üniversitesinin 1927-1965 yılları arasında yapılan nüfus sayımlarına dayanarak hazırladığı rapor bu gerçeği apaçık ortaya koymaktadır. Rapora göre:

“Arapça, Kürtçe ve Türkçe konuşan nüfuslar lineer artış gösterirken (tahmin edilebileceği gibi Türkçe çok daha büyük bir ivmeyle artmaktadır.) geri kalan ana dillerde açık bir azalma tespit edilmiştir. Bazı diller açısından bu azalma bir dış göç dalgası ile açıklanabilirken, bazılarında mevcut dilin yerini Türkçe’ye bırakmış olması ihtimali kuvvetlidir( İlgili dilin ana dil olarak oranı düşerken ikinci dil olarak artması veya sabit kalması, büyük oranda buna işaret sayılmıştır).”[3]

Türk olmayan Müslüman halklar Müslümanlıklarını koruma, Müslüman kimliklerine göre tercihler yapma refleksleri ile etnik kimliklerinden ve dillerinden olmaya başlamışlardır. Bu durum özellikle kimliğini koruma refleksiyle ve kimliğinden dolayı uğradığı baskılar nedeniyle Balkanlardan ve Kafkaslardan gelen halklar açısından trajiktir. Çünkü bu halklar adeta yağmurdan kaçarken doluya tutulmuşlardır. Müslüman kimliklerini korumak için göç etmişler ancak bunun bedeli bu halkların büyük bölümünün dillerinden ve tarihlerinden uzaklaşmaları ve Türkleşmeleri olmuştur.

Türkiye’de yaşayan Müslüman halklar dinlerinin, dil, tarih ve kültürlerinin yok edilmesinin bir aracı olarak kullanılmasına daha ne kadar izin verecekler? Müslüman olmanın zorunlu olarak Türkleşmek anlamına gelmeyeceğini ne zaman anlayacaklar?

Mahir Özkan














[3] Türkiye’nin Etnik Coğrafyası, MSGSÜ Bilimsel Araştırma Projeleri, Proje Yürütücüsü: Şükrü Aslan, Araştırmacılar: Murat Arpacı, Öykü Gürpınar, Sibel Yardımcı. s. 189