Toplumların kimlik algılarında
önemli etkileri olan tarihsel olaylar vardır. Türkiye halkları açısından bu
olaylardan ikisi özellikle önemlidir. Bunlardan biri Çanakkale Savaşı diğeri
ise Kurtuluş Savaşıdır. Türkiye devletinin kurucu ideolojisinin bu olaylara
bakışı toplumun birçok kesiminin bakışı ile uyuşmaz. Kuruluşu üzerinden bunca
yıl geçmiş bir ülkede hala kimlik sorunları yaşanıyor oluşu bu uyumsuzluktan
kaynaklanır. Zaman zaman birbiri ile de karşı karşıya gelen bu kesimlerden
önemli ikisi kimliğini İslam üzerinden tanımlayan dindar kesimler ile gayri Türk
Müslüman halklardır.
Kurucu ideoloji bu sürece aynı
cephede giren toplum kesimlerini yeni kurulan devletin kurucu unsuru saymıştır.
Lozan’da azınlık hakları tanınanları yani gayrimüslimleri (Süryaniler,
Nasturiler, Ezidiler hariç, onların azınlık hakları bile olamamıştır.) dışarıda
bırakırsak geriye kalan bütün Müslümanlar bu kapsamdadır. Tabi bu bakışa uygun
bir tarih anlatısı da oluşmuştur. Örneğin; bu tarih anlatısı, Çanakkale
savaşından söz ederken, Osmanlı saflarında savaşan, ancak buna rağmen ailesini
soykırımdan kurtaramayan Ermeni asker Sarkis Torosyan’dan söz etmez. Oysa ne
zaman halklar bazı haklarının gasp edildiğinden, kendilerine haksızlık yapıldığından
söz etse, hemen: “Atalarımız Çanakkale’de birlikte savaştı.” klişesi tekrarlanıp
durur.
Zaten problem tam da buradadır.
Bu iki savaşa katılan gayri Türk Müslüman halklar hangi amaç, hangi kimlik
uğruna katılmıştır savaşa? Hangi dava motive etmiştir onları, Türklük mü?
Müslümanlık mı? Halkların kendi kaderini tayin hakkı konusu açıldığında Türkiye
halklarının bu savaşlarda kaderlerini tayin ettikleri ve Türkler ile
kaderlerini birleştirdikleri ifade edilir. Evet, belki bu bir açıdan doğrudur. Ama
hangi zeminde birleştirmiştir kaderini halklar? Hangi ölçüye göre belirlenmiştir
saflar? Türklük mü? Müslümanlık mı? Gayri Türk unsurlar açısından kader
birliğinin Müslümanlık temelinde olduğu aşikârdır. Müslüman halkların bu tutumu
hareketin öncülüğünü yapan Türk milliyetçiliği tarafından istismar edilmiştir.
Halkların dini kimlikleri ile yaptıkları bir tercih onları etnik olarak
Türkleştirmenin aracı olarak kullanılmıştır.
Mehmet Akif Ersoy, İstiklal
Marşı’nın yazarı ve bir Arnavut olarak gayri Türk Müslüman unsurların tutumuna
örnek olabilir. Aşağıdaki satırlar onun. Bakın bakalım siz bu satırlarda
Türklük davası güden birini görebiliyor musunuz?
“Hani milliyyetin İslam idi
kavmiyyet ne?
Sarılıp sımsıkı duysaydın a milliyyetine.
Arnavutluk ne demek? Var mı şeriatta yeri?
Küfrolur, başka değil, kavmini sürmek ileri
Arabın Türk’e; Lazın Çerkez’e, yahut Kürd’e,
Acemin Çinliye rüchanı mı
varmış? Nerde!
Müslümanlıkta "anasır"mı
olurmuş ne gezer,
Fikr-i kavmiyeti telin ediyor peygamber.”
Halifeliğin kaldırılmasının, saltanatın
kaldırılmasından sonraya bırakılmış olması da burada İslam’ın nasıl
araçsallaştırıldığını göstermesi açısından önemlidir. İslami bir simge olarak
gayri Türk Müslümanları bir arada tutacağı hesap edilerek olacak halifeliğin kaldırılması
Lozan Antlaşması’nın sonrasına bırakılmıştır. Böylelikle uluslar arası alanda
hukuken bütün Müslüman halklar Türk sayılabilmiştir.
Daha sonraki uygulamalar, esas
meselenin Müslümanlık değil Türklük olduğunu göstermiştir. Örneğin; “Artvin
ilinde büyük kısmı Gürcüce olan yerleşim adları ‘Meclis- i Umûmiyye -i Vilâyet’
(İl Genel Meclisi) kararıyla 1925 yılında tümüyle değiştirildi. 1940-2000
yılları arasında 12 bin 211 köyün, yani tüm ülkedeki köylerin, yüzde 35’inin
ismi değiştirildi. İsim değiştirme furyasından en çok Doğu Karadeniz, Doğu ve Güneydoğu
Anadolu etkilendi.”[1]
Bunların dışında; vatandaş Türkçe
konuş kampanyaları, Türkçe dışındaki dillerin yasaklanması, bu dillerde eğitim
yapılamaması, bu halkların hepsine Türk olduklarına dair tarihler yazılması,
soyadı kanunu ile sülale isimlerinin Türkçeleştirilmesi gibi uygulamalar; bütün
Müslüman halkların aslında Türkleştirilmeye çalışıldığının açık kanıtları
olmuşlardır. Tarih yazımları ile ilgili uygulamalar öylesine uç noktalara
varabilmiştir ki; “Her Bakımdan Türk Olan Kürtler: Tarih Bakımından Kürtlerin
Türklüğü,” ve “Dağıstan-Aras-Dicle-Altay ve Türkistan Türk Boylarından Kürtler
/ Ankara 1984” adlarıyla bilimsel çalışmalar(!) yapılabilmiştir. Üstelik bu
çalışmaları yapan Fahrettin Kırzıoğlu, Kürtlerle yetinmemiş Lazları ve
Hemşinlileri de Türk göstermiştir.
Peki, Türk ve diğer halklardan
Müslümanlar, dindarlar bu konuda nasıl bir tutum aldılar. Bu konular ne zaman
tartışılsa İslami kesimlerce ilk yapılan aşağıdaki ayete göndermede bulunmaktır:
“Ey insanlar, gerçekten, biz sizi bir erkek
ve bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için sizi halklar ve
kabileler (şeklinde) kıldık. Şüphesiz, Allah katında sizin en üstün (kerim)
olanınız, (ırk ya da soyca değil) takvaca en ileride olanınızdır. Şüphesiz
Allah, bilendir, haber alandır. [Hucurat 13]” (Çev. Ali Bulaç ) [2]
Ayeti yorumlayanlar İslam’ın
farklı halklar, kavimler, etnik gruplar arasında ayrım yapmadığı konusunda
genellikle mutabık görünüyorlar. Ancak bu ayrım yapmama meselesi; “etnik
kimliğin bir önemi yoktur, önemli olan Müslüman olmaktır” biçimini almaktadır.
Bu anlayış halkların dilsel ve kültürel haklarına ilgisizlik hatta bu
mücadelelere mesafeli yaklaşmalarına neden olmaktadır. Halkların dilsel ve
kültürel hakları savunulmadıkça pratikte Türk milliyetçiliğinin yaptığı gibi Müslümanların
kardeşliği ve eşitliği, Türk olmakta eşitlenmek haline dönüşmektedir. Bunun
sonucu da haliyle giderek Türkleşen bir Müslüman nüfus olmaktadır.
İnsanların sadece dinsel
kimlikleri yok. Tamam, hepimiz Müslüman’ız da, hangi dilde konuşacağız? Hangi
dilde eğitim alacağız? Hangi dilde şarkı söyleyeceğiz? Hangi gelenekleri
yaşatacağız? Hangi yaşam biçimini sürdüreceğiz? “Biz Müslüman’ız, önemli olan
bu” dedikçe Türkleşiyoruz farkında bile olmadan.
Mimar Sinan Üniversitesinin
1927-1965 yılları arasında yapılan nüfus sayımlarına dayanarak hazırladığı
rapor bu gerçeği apaçık ortaya koymaktadır. Rapora göre:
“Arapça, Kürtçe ve Türkçe konuşan
nüfuslar lineer artış gösterirken (tahmin edilebileceği gibi Türkçe çok daha büyük
bir ivmeyle artmaktadır.) geri kalan ana dillerde açık bir azalma tespit
edilmiştir. Bazı diller açısından bu azalma bir dış göç dalgası ile
açıklanabilirken, bazılarında mevcut dilin yerini Türkçe’ye bırakmış olması
ihtimali kuvvetlidir( İlgili dilin ana dil olarak oranı düşerken ikinci dil
olarak artması veya sabit kalması, büyük oranda buna işaret sayılmıştır).”[3]
Türk olmayan Müslüman halklar
Müslümanlıklarını koruma, Müslüman kimliklerine göre tercihler yapma
refleksleri ile etnik kimliklerinden ve dillerinden olmaya başlamışlardır. Bu
durum özellikle kimliğini koruma refleksiyle ve kimliğinden dolayı uğradığı
baskılar nedeniyle Balkanlardan ve Kafkaslardan gelen halklar açısından
trajiktir. Çünkü bu halklar adeta yağmurdan kaçarken doluya tutulmuşlardır.
Müslüman kimliklerini korumak için göç etmişler ancak bunun bedeli bu halkların
büyük bölümünün dillerinden ve tarihlerinden uzaklaşmaları ve Türkleşmeleri
olmuştur.
Türkiye’de yaşayan Müslüman
halklar dinlerinin, dil, tarih ve kültürlerinin yok edilmesinin bir aracı
olarak kullanılmasına daha ne kadar izin verecekler? Müslüman olmanın zorunlu
olarak Türkleşmek anlamına gelmeyeceğini ne zaman anlayacaklar?
Mahir Özkan
[3] Türkiye’nin
Etnik Coğrafyası, MSGSÜ Bilimsel Araştırma Projeleri, Proje Yürütücüsü: Şükrü
Aslan, Araştırmacılar: Murat Arpacı, Öykü Gürpınar, Sibel Yardımcı. s. 189