Geçmişten geleceğe....

18 Eylül 2008 Perşembe

Cadı Hikayeleri 2





(Agos' un 17 Ekim 2008 tarihli 655. sayısında yayınlanmıştır)

İlk cadı hikayelerini dinlediğimde çok korkmuştum. Ama birkaç uykusuz geceden sonra artık korkularımın bildiklerimi unutarak geçmeyeceğini anladım. Bu yüzden diğer yolu deneyecektim: Daha çok şey bilmek. Yaylada ne kadar momi varsa öğrendiklerimi anlatıyor ve onlardan bana yeni hikayeler anlatmalarını istiyordum.

“Cadılık doğuştan gelen bir yetenekmiş. Ama bir cadının cadılık yapabilmesi için eğitilmesi ve icazet alması gerekirmiş. Belirli bir yaşa gelip eğitimden geçen cadısüpürgesine binip “terçi Kırım”(koş Kırım) dermiş. Böylece birkaç saniye içinde Cadılar Kralı’nın karşısında bulurmuş kendini. Cadılar Kralı’ndan icazet alan cadı artık onun emirlerinin dışına çıkamazmış. Bir cadının kurtarılabilmesi için Cadılar Kralı’ nın karşısına çıkmasının engellenmesi gerekirmiş. Bunun için de cadı olduğu önceden öğrenilmeliymiş.”

Çoğu benim bu anlattıklarımı şaşkınlıkla karşılıyordu. “orti uuş pon çunes ta? ( yavrum başka işin yok mu?)” diyorlardı. Sonra da uyarıyorlardı: “Cazi in hede engoğçes, caziin vaan şad xosis a na lizut perevi gu (cadıyla uğraşmayacaksın, cadının üzerine fazla konuşursan dilin tutulur)”. Bir çok defa terslendikten sonra Guli momi den bir hikaye dinlemeyi başardım:


“Bir zamanlar köyün birinde adamın birinin danaları birer birer ölmeye başlamış. Bu danalar çok değerli danalarmış. Adam danalarına gözü gibi bakarmış. Çok süt veren cins bir inekten elde ettiği soydan geliyormuş danalar. Danaların neden öldüğünü bir türlü çözememiş adam. Aynı zamanlarda başka bir köyde bir genç kızın başına gelenler köyden köye yayılmış.

Genç kız köyün en güzel kızlarından biriymiş. Herkesin gözü üzerindeymiş. Evlilik çağı yaklaştıkça taliplileri de çoğalmış. Kızı kimin alacağı büyük merak konusuymuş. Çünkü kız güzelliğinin verdiği güvenle birçoklarına burun kıvırmış. Ailesi de kızı çok severmiş. Rahat edebileceği kıymet bilir bir yere gelin olmasını isterlermiş.

Gel zaman git zaman kıza bir haller olmaya başlamış. Kız yemeden içmeden kesilmiş. Yüzü gülmez olmuş. O canlı ışıl ışıl gözlerinin feri sönmeye başlamış. Kırmızı yanaklarının rengi solmuş, beyaza kesmiş yüzü. Avurtları çökmüş, yaşlı kadın gibi görünmeye başlamış neredeyse.

Ailesi kızın bu durumuna çok üzülmüş. Ellerinden gelen bütün çareleri denemişler. Hocalara götürmüşler. Yatırlara götürmüşler. Falcılara götürmüşler. Çocuklarına ne olduğunu anlamak için ellerinden ne geliyorsa yapmışlar. Ama ne fayda, ne yapmışlarsa çocuklarının derdine derman bulamamışlar.

Sonunda kızın bazı geceler evden ayrıldığını fark etmişler. Bunun üzerine kızın abisi silahını çekip alnına dayamış kızın: “Asa kişerner ver kelles nor gertas-söyle geceleri kalkıp nereye gidiyorsun”? diye sormuş. Bunun üzerine kız başına gelenleri anlatmaya başlamış.

Tanımadığı yaşlı bir kadın, bazı geceler gelip kızı odasından alıyormuş. Bir domuzun sırtına binerek bilmediği bir köye gidiyorlarmış. Bu köydeki bir ahırın önüne geldiklerinde yaşlı kadın, kızı ahırın dışında bırakıp kendisi ahıra giriyormuş. Bir süre sonra elinde bir kalple dışarı çıkıyormuş. Kalbin bir kısmını kendisi yiyor, bir kısmını da kıza yediriyormuş. Kalbi yedikten sonra artık hiçbir şey yiyesi gelmiyormuş genç kızın. Bundan dolayı kız yemeden içmeden kesilmiş. Kalp yemeye alışmış. Kadına karşı koyma gücü gösteremiyormuş. Ailesi bunun üzerine kızı çok sıkı takip altına almış, her anını izlemeye başlamış. Böylece genç kızı cadıdan korumayı başarmış. Kız yavaş yavaş eski güzelliğine ve sağlığına kavuşmuş.

Yaptıklarının ortaya çıkmasından sonra cadı bir daha kızı alıp götürememiş. Cadılar kendileri gibi cadı olabilecek kızları tanır ve onları eğitirlermiş. Kimse fark etmeden bunu başardıklarında cadılar dünyası bir kişi daha kazanırmış.”


Mahir Özkan

Cadı Hikayeleri 1

(Agos' un 10 Ekim 2008 tarihli 653-654. sayısında yayınlanmıştır)

Yaylalarda korku hikayesi dinlemenin tadı bir başkadır. Yaylanın atmosferi bu hikayelere çok uygundur. Güneşin batmasıyla birlikte ay ve yıldızlardan başka ışık kaynağı bulamazsınız yaylalarda. Elektrik yoktur. Televizyon ve bilgisayar yoktur. Yaylada insanlar uzak hikayelerin izleyicisi olmazlar. Yanı başlarındaki hikayelerin kahramanlarına dokunurlar. Gaz lambasının solgun ışığı evlerin küçücük pencerelerinden belli belirsiz sızar. Uçsuz bucaksızmış duygusu veren ovanın ortasında dünyanın bu zamanının dışına fırlatılmış gibi hissedersiniz. Toprak zeminli, bir ya da en fazla iki gözlü, karataştan yapılmış ve üstü brandayla örtülmüş evlerin ortasında kuzineli sobalar yanar. Gece sessizlikle birlikte çöker ovaya. Geceyi dinlemek için dışarı çıktığınızda ne köylerdeki gibi ateşböceklerinin ve derenin sesini duyarsınız ne de kuşların; yayla gecelerine egemen olan mutlak bir sessizliktir: Ürkütücü bir sessizlik. Bugünü hatırlatan ufak tefek simgeleri saymazsanız zamanın hangi diliminde olduğunuzu bilebilmeniz imkansızdır.

Bu sessiz gecelerde sobanın etrafında toplaşır, kuzinede pişen patatesleri beklerken momilerin hikayelerini dinlerdik. Bu hikayelerin en ünlüleri ise cadı hikayeleridir. Cadı hikayelerini genellikle momi anlatır. Anlatırken de çok dikkatli bir dil kullanır. Çünkü hikayenin kahramanı aramızda yaşayan biridir. Momi bir yandan bir masumun günahını almaktan bir yandan cadının kendilerine de musallat olmasından korkar. Bu yüzden “mağke kelğhun-günahı başına” der, cadının ismini söyledikçe. Anlattığı hikayenin rivayet olduğunu bildiği halde adeta kendi yaşadığı bir olaymış gibi gerçeklik duygusuyla anlatır. İsim, yer, zaman vererek anlatır. Üstelik gerçekten yaşanmış ve herkesin malumu olan olaylarla bağlantılandırarak anlatır. Velhasıl anlattıklarına inanır.

Kızgın sobanın ağzından sarı kızıl alevler dışarı saldırırdı. Alevlerin kara gölgeleri Mominin yüzünde dans ederdi. Mominin yüzüne yüzyıllardan süzülen bir bilgelik gelir yerleşirdi. Gözümü dikip gözlerinin derinin dinlemiştim bu hikayeyi:


“Bir Hemşin köyünde yeni evli bir çift varmış. Genç çift ilk bebeklerini kucaklarına aldığında büyük bir mutluluk yaşamış. Ama mutlulukları kısa sürmüş. Bir süre sonra bebek annesini emmez olmuş. Beti benzi atmış. Bembeyaz kesilmiş. Önce bebeği başkasına emzirmek istemişler. Ama fayda etmemiş. Nazara geldiğine inanmışlar. Bebeği hocalara götürmüşler. Nazar duaları, korku duaları okunmuş ama fayda etmemiş. Yavruları gözlerinin önünde erimiş. Sonunda doktora götürmeye karar vermişler. Hiçbir şey çare olamamış dertlerine. Bebekleri ölmüş. Büyük üzüntü yaşamışlar. Gel zaman git zaman kadın tekrar gebe kalmış. Adam büyük mutluluk içindeymiş. Eşine çok özen göstermiş. Sonunda bebekleri dünyaya gelmiş. “Lusnika yi bes- ay gibi” parlayan bir bebekmiş. Ama bir süre sonra bu bebekte diğeri gibi solmaya başlamış. Yemeden içmeden kesilmiş. Tüm çareleri denemelerine rağmen çocuğu kurtaramamışlar. Kadın üçüncü bebeğini yaza yakın doğurmuş. Her yaz olduğu gibi ev ahalisinin yaşlıları ve çocukları yaylaya çıkmış. O zamanlar gençler ve kadınlar ilk sürüm çayı topladıktan sonra yaylaya çıkar, ikinci sürüm çay için geri köye gelirlermiş. Anne bebeği çok küçük olduğu için yaylaya göndermek istememiş. Momi diğer çocuğundan olan torunlarıyla çıkmış yaylaya.

Çocuk oldukça sağlıklı görünüyormuş. Adam ise bebeklerinin durup dururken neden öldüklerini anlayamamakta, bu bebeğini de kaybetme korkusuyla yanıp tutuşmaktaymış. Bir yaşlı kadın adamın bu durumunu öğrenince gelip adama nasihatte bulunmuş: “Orti, ku dağotse cadun guda, kişerner bedaa, perna caduin- yavrum senin çocukları cadı yiyor. Geceleri bekle, yakala cadıyı”. Yaşlı kadın, cadının bebekleri, özellikle de en sevdiklerini yediğini anlatmış adama. Cadı geceleri gizlice gelir, çocuğun göğüs kafesinden kalbini söker alır ve yermiş. Bunu belli sürelerle yapmak zorundaymış. Çünkü cadılar böyle beslenirmiş.

Bunun üzerine adam evinin kapısında geceleri nöbet tutmaya başlamış. Günlerce nöbet tutmuş. Nöbette olduğu gecelerin birinde, yaşlı bir kadının bir domuzun sırtında kapısına yaklaştığını görmüş. Tam kapıdan içeri girmek üzereyken saklandığı yerden çıkmış ve kadını yakalamış. Gördüğü yüz karşısında dehşete kapılmış. Çünkü yakaladığı kişi annesiymiş. Annesi hemen yalvarmaya başlamış: “Orti mema enoğçim, inç gelli umets asel mi- yavrum bir daha yapmayacağım, ne olur kimseye söyleme”. Adam şaşa kalmış. Cadı geldiği gibi domuzun sırtına binmiş ve karanlıkta kaybolmuş.

Yayla yolu yaya bir günde ancak gidilebilecek bir yolmuş. Adam yaylaya haber salmış. Annesinin nerede olduğunu, ne yaptığını öğrenmek istemiş. Gelen habere göre annesi yaylada normal yaşantısını sürdürüyormuş. Çocuklarla ilgileniyor, onlara hikayeler anlatıyormuş.”


Mahir Özkan

11 Eylül 2008 Perşembe

Gor

(Agos' un 24 Ekim 2008 tarihli 656. sayısında yayınlanmıştır.)

Çocukluğumda annem bana bir iş verdiğinde genellikle işi yarıda bırakıp kaçardım. Köy yerinde nereye kaçabilirsin ki. Arkadaşlarımın yanına kaçardım. Oysa o sırada onlar da bir işle meşgul olurlardı genellikle. Büyüklere çay tarlasında yardım etmek, çalışanlara su ve yemek taşımak, yükü taşıyacak olan eşeklere göz kulak olmak gibi işlerdi bunlar genellikle. İşten kaçıp ta arkadaşlarımın yanına gittiğimi öğrendiğinde annem: “orti tun inçbes dağa es, ku poned eneçes, xaki pon genes”(yavrum sen nasıl bir çocuksun, kendi işini yapmıyorsun, başkasının işini yapıyorsun). Ben bu serzeniş karşısında hep şunu söylerdim: “ama ye ma, andağ e pone hedra genig”(ama anne orda işi birlikte yapıyoruz). Bu yüzden benim için bir işi birlikte yapmak çok önemli olmuştur her zaman.

Hemşinliler toplanarak birlikte iş yapma işine “gor” derler. Çok çeşitli işler için gor yapılır. “Compu gor”, köye yol yapmak için yapılır. Bütün evlerden eli kürek, kazma tutan adamlar, kadınlar sabahtan toplanırlar, hep beraber kazırlar, düzeltirler, taş döşerler ve köyün yolunu yaparlar. “Çuri gor” evlere su getirmek için yapılır. Önce bolca bir su kaynağı bulmak gerekir ki; kaynak, suyu alacak bütün evlere yetsin. Kaynağın yanına küçük bir depo yapılır ve başlanılır hep beraber kanal kazımaya. Böylelikle evlere su ulaştırılır. “Duni gor” ise köyde kendi başına ev yapamayacak denli yoksul olan ya da evini yangın, sel vb. bir felakette yitirmiş olan insanlara ev yapmak için yapılır. Bütün köylü bir şekilde katılır çalışmaya. Kimi odun, kimi çakıl, kimi kum taşır. Kimileri çalışanlara yemek yapar. Gorların en güzel tarafı birlikte iş yapılması ve iş yapılırken eğlenilmesidir. Gorlarda şarkılar, türküler, maniler söylenir. Hikayeler anlatılır. İş, sosyal bir etkinliğe dönüşür.

Gorun bu özellikleri en belirgin olarak “paçki gor” da ortaya çıkar. “Paçki gor”, mısırın koçanından ayıklanması için yapılır. Paçkuş- paçkel, ayırma anlamına gelir. Mısırın taneli kısmını içinde bulunduğu yaprak kabuğundan ayıklama işlemini anlatır. “Paçki gor” diğerlerinden farklı olarak genç kızların ve erkeklerin bir araya gelip türküler söylediği, bir birini tanıdığı bir ortama dönüşür. Çalışma gündüzden başlar ve genellikle gecenin ilerleyen saatlerine kadar sürer. İş yapılarken bir taraftan dışarıda “bağindz” denen dev kazan yakılan büyük ateşin üzerine konur, ayıklanan mısırların içinden çıkan “çğinti” denen az gelişmiş, seyrek taneli mısırlar kazana atılırdı. İnsanlar çalışırken bir taraftan bu “çğinti” pişer, bir yandan yenir bir yandan türküler maniler söylenirdi. Hemşinden derlenmiş manilerin bir çoğunun bu “paçki gor”larda üretildiğini ve dilden dile yayıldığını söylersek yanılmış olmayız.


Gor da sevdalar mani olur dile gelir. Söylenen her mani adresini bulur.

Siyoğn elav ergentsav (sarmaşık çıktı uzandı)
Cermag arcets hednive (beyaz gürgen?in yanından yukarı)
Yesa aman ergena ( ben de öyle uzansam)
İm sevdain hednive ( sevdiğimin yanından yukarı)

Bu mani de adresi bulmuştur. Tabi ki cevap gecikmez. Geç kalınmış bir sevdadır bu.

Çağes kukar kenatser (yağmur geliyordu(yağıyordu) gittin)
Tsun eyev nor kenatser (kar yağdı nereye gittin)
Ergu qök gağnets ama (iki kök fındık için)
Tsiyapone menatser (çarşıda kaldın)

Erkek bir şeyler için geciktiğinin farkındadır ama gönül ferman dinlemez ve ısrarını sürdürür.

ergu gatsin percu me (iki balta bir elderesi)
xeçetsnoğum arci me (yıkacağım bir arci(bir ağaç))
ays igun isa kağaz (bu gece bu köyden)
pağtsenoğum ağçik me (kaçıracağım bir kız)

Tabi kızın karşılığı da gecikmez ve giderek sertleşir. Artık iş işten geçti mesajı vermek istemektedir. Nişanlandığını hatırlatmaktadır.Tabi bir yandan da tahrik etmektedir. Belki de son umut kırıntılarını bu saldırganlık içine gizlemiştir. Hem umutlarını hem çaresizliğini.

im terane tsegvetsav (benim kapıda atıldı)
ergu yeek hadig fişağ (iki üç tane fişek)
tun zat imatser oç ta (sen hiç duymadın mı)
hay ardeletsi eşşağ (hay ardalalı eşek)

Bu sert çıkış üzerine tabi erkek te sertliğin dozunu artırır. Bu sefer hedefe kızın nişanlısını koyar.

meg laustme peçgetsi(bir mısır ayıkladım)
paçge uynman ergener ( koçanı kendisinden uzundu)
neşanluid conçetsi (nişanlını tanıdım)
kinte uynman ergener (burnu kendisinden uzundu)

İşte bu minval üzere sevdalar dile gelirken yeni sevdaların tohumları da toprağa atılır. Gözler gözleri süzer. Gizli gülüşmeler, fısıldaşmalar başlar. Bir taraftan hep birlikte yemek yenir. “Bağindz” de pişen “çğinti” yenir. Gaz lambası ışığında iş bitinceye dek çalışılır. İş bitirildiğinde bir de gece “lusnika erand kişer” (aylı, ışıklı güzel gece) ise büyük bir horona tutuşulur gecenin sonunda işi bitirmiş olmanın şerefine. “Uçalım uçalım / kim kime / sevenlerin şerefine / heheyyyyy” komutuyla.

Mahir Özkan

Yaramaz Çocuklar

(Agos' un 07 Kasım 2008 tarihli 658. sayısında yayınlanmıştır.)

İlkokul deneyimlerim yaramazlık konusunda düşünmeme ve sorular sormama neden olmuştur hep. Çocuklar neden yaramazlık yaparlar? Ne tür yaramazlıklar yaparlar? Büyüklerin yaramazlık olarak nitelendirdiği davranışlar çocuklar için ne ifade eder? Yaramazlık yapmak neden bu kadar eğlencelidir? vs. vs.

Çocukluğumda oldukça yaramaz bir çocuk sayılırdım. Bir keresinde masa örtüsünü ateşe vermiştim. Ev ahalisinin kadın kısmı tarlada, erkek kısmı çay fabrikasında olduğu için öğlen yemeklerine eve geldiğimde yalnız oluyordum. Masanın üzerinde duran örtünün üçgen ucuna verdim kibriti. Yanıp yanmayacağını merak etmiştim. Yandı. Annem erken gelmese evimiz kül olacaktı.

Sonra evdekilere kızdığımda evden kaçardım. Tarlalarda, ormanlarda dolaşırdım tek başıma. Bir taraftan izlerdim onları. Beni aramaları hoşuma giderdi. Beni ararlarken onları izlemek hoşuma giderdi. Karanlık bastırınca gizlice evin altında, kullanmadığımız odadaki divana gelir yatardım. Sabahları kendi yatağımda uyanırdım ama.

Tarlaya çalışmaya gittiğimizde işten kaçar, oyun oynamaya giderdim arkadaşlarımla. Bazen onlarla çalışmak zorunda kalırdım ama hiç yük gelmezdi bu bana.
Arkadaşlarımla beraber köyün bütün güzel bahçelerini gezer en güzel meyveleri, salatalıkları domatesleri toplar, derenin kenarına gider bir güzel piknik yapardık.

Yaramazlık sizi sokmaya çalıştıkları kalıpların dışında kalmak çabasıdır aslında. Size çizilen sınırların dışına çıkma çabası. Bir çeşit başkaldırıdır yaramazlık. Karşıtı uslu olmaktır. Yani akıllı olmak. O yüzden “akıllı ol!” tehdidi yaramaz çocuklara yönelir. Us ama hangi us. Akıllı olmamız istenirken hangi akıldan söz edilir. Kimin aklından? Bunun altını biraz kazıdığımızda altından egemenlik ilişkileri çıkar. Ve daha bir çok şey. Bu nedenle yaramaz çocukları severim ben. Kendi aklının peşinde koşarlar yaramaz çocuklar.

Yaramaz çocuk özgür çocuktur biraz da. Yaramaz çocuklar soru sorarlar durmaksızın. Merak ederler. Kolay tatmin edilemezler. Yaramaz çocuk “neden?” diyebilen çocuktur. Bir yasak koyduğunuzda sorar hemen: neden? Yeterince tatmin edici yanıtlar alamadığında sormaya, sorgulamaya devam eder. Bazen kestirip atarsınız: “Neden mi? Ben öyle istiyorum da ondan.” Ama sizin isteğiniz onu dizginlemeye yetmez. Karşınıza doğrudan çıkamadığında kendine özgü direniş yolları geliştirir. Ama teslim olmaz sizin isteğinize. Yaramazlık eğlencelidir velhasıl.
Babam hep: “orti tun anots bes hoyiv elloğ çes. Gartoğ, medz mart elloğ es”(yavrum sen onlar gibi çoban olmayacaksın. Okuyacak, büyük adam olacaksın) derdi. Arkadaşlarımla karanlık çökene kadar oyun oynadığım zamanlarda. Bir de bir sınıfı iki kere okutacak gücü olmadığını söylerdi. Bu benim üzerimde çok etkili olmuştu. Bu yüzden okulda hiç yaramazlık yapmazdım. Uslu durmaya çok dikkat ederdim. Derslerime çok özen gösterirdim. Okulun en başarılı öğrencilerindendim bu yüzden. Öğretmenim de beni çok severdi.

Okulda sınıf başkanı teneffüslerde yaramazlık yapan çocukların isimlerini tahtaya yazardı. Öğretmenimiz derse geldiğinde tahtada ismi yazılı olanları yaramazlığına göre uyarır, kızar ve bazen döverdi büyük yaramazlık yapmışsa. Benim adım hiçbir zaman o yaramazlık yapanlar listesine yazılmamıştı. Ama bir gün yazıldı. Öğretmenimiz derse girdiğinde ismi yazılı olanlara sormaya başladı: “Ahmet ne yaramazlık yaptın yine?.....Ali sen?”…..Hatice…Mustafa….. “. Cevaplar mahçup gelirdi: “Sıraya çıktım öğretmenim, özür dilerim….,” “Fatma bana bağırınca…”, “ben aslında yapmak istememiştim…”, “önce o küfür etti ama”.vs. vs. Sıra bana gelmişti. Öğretmenim şaşkınlıkla: “sende mi?” dedi. “Sen ne yaptın bakalım?”. Ben ne yaptığımı bilmiyordum. “Bilmiyorum” diyebildim yalnızca. Sınıf başkanı söze girdi hemen: “Öğretmenim o Hemşince konuştu”.

O gün bugündür yaramazlık yapmak benim için bir alışkanlık halini aldı. Büyüyünce de yaramazlık yapmaya devam ettim. Devam edeceğim de…..Bu yaştan sonra akıllanır mıyım? Onu da bilemiyorum….


Mahir Özkan