“Bunu Yazman Lazım!”
1996 senesinin bir yaz günü, İHD
Azınlıklar Komisyonu’nun düzenlediği Hemşinliler başlıklı söyleşideyiz. Erhan
Gürsel Ersoy Hoca’nın sunumundan sonra uzun boyu, askıları ve kasketiyle
heybetli bir adam soru sormak için ayağa kalktı. Elinde daha sonra Hemşin
Gizemi olarak basılacak olan fotokopiler vardı. Konuşmaya başladığı andan
itibaren bütün salonu etkisi altına aldı. Bir büyük anlatıcıyla Sarkis
Seropyan’la karşı karşıyaydım. Etkinlikten sonra hemen yanına gittim, tanıştık,
sohbet ettik. Hemşin Gizemi’nin fotokopilerini inceledik. Bana hiç bilmediğim
masallar anlattı daha ilk günden. Öylesine coşkulu öylesine bilgece anlatıyordu
ki. Hem çok acele ediyor gibi, bir yerlere yetişmek ister gibiydi. Hem de
binlerce yılın bilgeliğini ağırlığını taşıyordu sesi. Anlattıkları bende de
anlatma isteği uyandırıyordu. Anlattım. “Bunu yazman lazım” dedi. Yazmadım.
Yıllar boyunca her geldiğimde
İstanbul’a yanına gittim. Sebat Apartmana. Bazen tek bir kelimenin peşine
düşüyor, saatlerce o kelimenin peşinde tarih tarih, coğrafya coğrafya
geziyorduk. Bazen bir ninninin, bir maninin, bir deyimin başka dillerde başka
coğrafyalardaki kardeşlerini kovalıyorduk. Her seferinde “bunu yazman lazım”
diyordu. Yazmadım.
O zamanlar bunları yazmanın bu
kadar önemli olduğunu anlayamıyordum belki. Belki daha biriktirmem gerekiyordu.
Bilemiyorum ama yazmadım.
2008 yılı yazında Erivan’da
konferans, Vova konseri, halk oyunları gösterileri, resim sergisi ve gezilerden
oluşan bir Hemşin Haftası etkinliği düzenleneceğinin haberi geldiğinde
köydeydim. Orada olmam lazım dedim kendi kendime. Batum’a geçip trene bindim ve
tek bir Allah’ın kulunu tanımadığım bir kente doğru yola çıktım. Kara tren lafını
hak eden bir trenle. Konferans salonunda Sarkis Axparig’i gördüğümde bu kente
artık yabancı değildim. Kentle ilgili anlattıkları, oraların hikayeleri,
masalları, efsaneleri yabancılığımı alıp götürüyor, öğrenme isteğimi kamçılıyordu.
Kenti gezerken, tarihi eserler, kiliseler, heykeller hep bir hikayenin bahanesi
oluyordu. Her fırsatı anlatmak için kullanıyordu. Yıllarca biriktirmişti ve
şimdi kabına sığamıyordu. Çok iyi korunmuş, Hıristiyanlık öncesi bir tapınağı
gezerken bir duadan söz ettim ona. Annemin insanları sağaltmak için okuduğu
Hıristiyanlık veya Müslümanlıkla pek ilişkili gibi görünmeyen bir duaydı bu.
Çok ilginç buldu ve “yaz bunu yayınlayalım” dedi.
Bu sefer yazdım ve gönderdim.
Benden fazla mutlu olmuştu. Ermeniceye çevirip Ermenice sayalarda yayınladı.
Sonra Türkçe sayfalarda da yayınlandı, Korku Duası. Bir hafta sonra aradı beni
“bu haftaki yazın gelmedi” dedi. Her haftaya yazı yazmak benim için çok zordu. Mahcup,
“yazamam” dedim. “Denemeden bilemezsin, yazmaya başla, bittiğinde gönderirsin”
dedi. Yazmaya başlamıştım. Haftada bir yazmadım ama iki yılda 24 hikaye ortaya
çıkmıştı. Her hikaye üzerine sohbetler ediyorduk. Her seferinde biraz daha iyi
hale getirmeye çalışıyordum. Her hikaye için çizimler ayarlıyordu. Çizimlerle
birlikte hikayeler tam da istediği gibi masalsı bir hava kazanıyordu. Bu hem
benim hem onun çok hoşuna gidiyordu.
Nor Radyo’ da program yapmaya
başladığımda ilk konuklarımdandı Sarkis Axparig. Yokuşu, uzaklığı hiç problem
etmemiş o yaşında kalkmış eve gelmişti yayın için. Ben rahatsızlık verdim diye
üzülürken onun gözleri ışıl ışıldı. Malatya pazarından getirdiği kurutulmuş
meyvelerden atıştırıp keyifli bir sohbet yapmıştık. Hiç gözünde değildi
zorlukları, sıkıntıları, sözle üstesinden geliyordu her sorunun.
Annemin hastalık döneminde
benimle üzülmüş, paylaşmıştı acımı. Annemle hiç tanışmadılar. Ama o tanıdığı
birini kaybetmiş gibi üzüldü annemi kaybettiğimizde. Annemi tanıyordu aslında
onun sözlerini duymuştu, masallarını, dualarını, manilerini dinlemişti. Sözün
ne kadar değerli olduğunu biliyordu. Hissediyordu. Annemin sözleri onu
tanımamış olmayı önemsizleştiriyordu. Bir söz yitirilmişti. Üzüntüsü bunaydı
biliyorum. Benim içinde bir yanı buydu çünkü annemi yitirmenin. Onunla birlikte
gömdüğümüz hikayeleri, onunla birlikte gömdüğümüz manileri, türküleri, onunla
birlikte gömdüğümüz gelenekleri düşünüyor, bunlar için de hüzün duyuyorduk.
Sarkis Axparig son zamanlarında
birkaç masal okutmuştu bana. Yayına hazırladığı masallardı bunlar. Ermenice kısa
bir filmi de yapılmış bir Kürt masalıydı bunlardan biri. Videosunu izletmişti
bana. Türkiye’de daha önce bunun yayınlanmamış olmasına ikimizde hayret
etmiştik. Sanırım yayınlanmak üzere yayınevine gönderildi, ama çıktığını
göremedi kitabın. Keşke görseydi. Ama göremese bile o kitap çıkacak ve biz onun
hikayelerini hep anlatacağız. Söz uçar yazı kalır derler. Söz uçar ama
kaybolmaz. Söz uçar bir yerlerde onu duyacak bir kulak bulur. Biz anlatınca
belki onun kulağına da gidecek.
Sarkis Seropyan’a Baron Sarkis
diyorlar. Bu kelimenin taşıdığı anlamlara çok vakıf değilim. Ama bana nedense
yabancı geliyor. Ben ona Sarkis Axparig demeyi tercih ediyorum. Bu hitap daha
sıcak daha samimi geliyor bana. Belki de bunun nedeni onun bir anlatıcı
olmasıdır. Ses tonundaki o en sıradan şeyleri bile önemli hale getiren büyüdür
belki. Evet belki yazı faaliyeti onu Baron Sarkis yapmıştır. Ama o hala bu
toprakların halklarının masalcısı Sarkis Axprarig’tir.
Mahir Özkan
Nisan 2015
Mahir Özkan
Nisan 2015