6 Nisan 2015 Pazartesi

Sarkis Axparig


“Bunu Yazman Lazım!”

1996 senesinin bir yaz günü, İHD Azınlıklar Komisyonu’nun düzenlediği Hemşinliler başlıklı söyleşideyiz. Erhan Gürsel Ersoy Hoca’nın sunumundan sonra uzun boyu, askıları ve kasketiyle heybetli bir adam soru sormak için ayağa kalktı. Elinde daha sonra Hemşin Gizemi olarak basılacak olan fotokopiler vardı. Konuşmaya başladığı andan itibaren bütün salonu etkisi altına aldı. Bir büyük anlatıcıyla Sarkis Seropyan’la karşı karşıyaydım. Etkinlikten sonra hemen yanına gittim, tanıştık, sohbet ettik. Hemşin Gizemi’nin fotokopilerini inceledik. Bana hiç bilmediğim masallar anlattı daha ilk günden. Öylesine coşkulu öylesine bilgece anlatıyordu ki. Hem çok acele ediyor gibi, bir yerlere yetişmek ister gibiydi. Hem de binlerce yılın bilgeliğini ağırlığını taşıyordu sesi. Anlattıkları bende de anlatma isteği uyandırıyordu. Anlattım. “Bunu yazman lazım” dedi. Yazmadım.

Yıllar boyunca her geldiğimde İstanbul’a yanına gittim. Sebat Apartmana. Bazen tek bir kelimenin peşine düşüyor, saatlerce o kelimenin peşinde tarih tarih, coğrafya coğrafya geziyorduk. Bazen bir ninninin, bir maninin, bir deyimin başka dillerde başka coğrafyalardaki kardeşlerini kovalıyorduk. Her seferinde “bunu yazman lazım” diyordu. Yazmadım.
O zamanlar bunları yazmanın bu kadar önemli olduğunu anlayamıyordum belki. Belki daha biriktirmem gerekiyordu. Bilemiyorum ama yazmadım.

2008 yılı yazında Erivan’da konferans, Vova konseri, halk oyunları gösterileri, resim sergisi ve gezilerden oluşan bir Hemşin Haftası etkinliği düzenleneceğinin haberi geldiğinde köydeydim. Orada olmam lazım dedim kendi kendime. Batum’a geçip trene bindim ve tek bir Allah’ın kulunu tanımadığım bir kente doğru yola çıktım. Kara tren lafını hak eden bir trenle. Konferans salonunda Sarkis Axparig’i gördüğümde bu kente artık yabancı değildim. Kentle ilgili anlattıkları, oraların hikayeleri, masalları, efsaneleri yabancılığımı alıp götürüyor, öğrenme isteğimi kamçılıyordu. Kenti gezerken, tarihi eserler, kiliseler, heykeller hep bir hikayenin bahanesi oluyordu. Her fırsatı anlatmak için kullanıyordu. Yıllarca biriktirmişti ve şimdi kabına sığamıyordu. Çok iyi korunmuş, Hıristiyanlık öncesi bir tapınağı gezerken bir duadan söz ettim ona. Annemin insanları sağaltmak için okuduğu Hıristiyanlık veya Müslümanlıkla pek ilişkili gibi görünmeyen bir duaydı bu. Çok ilginç buldu ve “yaz bunu yayınlayalım” dedi.

Bu sefer yazdım ve gönderdim. Benden fazla mutlu olmuştu. Ermeniceye çevirip Ermenice sayalarda yayınladı. Sonra Türkçe sayfalarda da yayınlandı, Korku Duası. Bir hafta sonra aradı beni “bu haftaki yazın gelmedi” dedi. Her haftaya yazı yazmak benim için çok zordu. Mahcup, “yazamam” dedim. “Denemeden bilemezsin, yazmaya başla, bittiğinde gönderirsin” dedi. Yazmaya başlamıştım. Haftada bir yazmadım ama iki yılda 24 hikaye ortaya çıkmıştı. Her hikaye üzerine sohbetler ediyorduk. Her seferinde biraz daha iyi hale getirmeye çalışıyordum. Her hikaye için çizimler ayarlıyordu. Çizimlerle birlikte hikayeler tam da istediği gibi masalsı bir hava kazanıyordu. Bu hem benim hem onun çok hoşuna gidiyordu.

Nor Radyo’ da program yapmaya başladığımda ilk konuklarımdandı Sarkis Axparig. Yokuşu, uzaklığı hiç problem etmemiş o yaşında kalkmış eve gelmişti yayın için. Ben rahatsızlık verdim diye üzülürken onun gözleri ışıl ışıldı. Malatya pazarından getirdiği kurutulmuş meyvelerden atıştırıp keyifli bir sohbet yapmıştık. Hiç gözünde değildi zorlukları, sıkıntıları, sözle üstesinden geliyordu her sorunun.

Annemin hastalık döneminde benimle üzülmüş, paylaşmıştı acımı. Annemle hiç tanışmadılar. Ama o tanıdığı birini kaybetmiş gibi üzüldü annemi kaybettiğimizde. Annemi tanıyordu aslında onun sözlerini duymuştu, masallarını, dualarını, manilerini dinlemişti. Sözün ne kadar değerli olduğunu biliyordu. Hissediyordu. Annemin sözleri onu tanımamış olmayı önemsizleştiriyordu. Bir söz yitirilmişti. Üzüntüsü bunaydı biliyorum. Benim içinde bir yanı buydu çünkü annemi yitirmenin. Onunla birlikte gömdüğümüz hikayeleri, onunla birlikte gömdüğümüz manileri, türküleri, onunla birlikte gömdüğümüz gelenekleri düşünüyor, bunlar için de hüzün duyuyorduk.

Sarkis Axparig son zamanlarında birkaç masal okutmuştu bana. Yayına hazırladığı masallardı bunlar. Ermenice kısa bir filmi de yapılmış bir Kürt masalıydı bunlardan biri. Videosunu izletmişti bana. Türkiye’de daha önce bunun yayınlanmamış olmasına ikimizde hayret etmiştik. Sanırım yayınlanmak üzere yayınevine gönderildi, ama çıktığını göremedi kitabın. Keşke görseydi. Ama göremese bile o kitap çıkacak ve biz onun hikayelerini hep anlatacağız. Söz uçar yazı kalır derler. Söz uçar ama kaybolmaz. Söz uçar bir yerlerde onu duyacak bir kulak bulur. Biz anlatınca belki onun kulağına da gidecek.

Sarkis Seropyan’a Baron Sarkis diyorlar. Bu kelimenin taşıdığı anlamlara çok vakıf değilim. Ama bana nedense yabancı geliyor. Ben ona Sarkis Axparig demeyi tercih ediyorum. Bu hitap daha sıcak daha samimi geliyor bana. Belki de bunun nedeni onun bir anlatıcı olmasıdır. Ses tonundaki o en sıradan şeyleri bile önemli hale getiren büyüdür belki. Evet belki yazı faaliyeti onu Baron Sarkis yapmıştır. Ama o hala bu toprakların halklarının masalcısı Sarkis Axprarig’tir.

Mahir Özkan
Nisan 2015