Geçmişten geleceğe....

27 Aralık 2015 Pazar

Bir ‘Verabroğ’ Olarak Apraham Kasparyan

(Agos Gazetesi'nin kitapkirk ekinin Kasım 2015 tarihli 84. sayısında yayınlanan, Aras Yayınları'ndan çıkmış, Apraham Kasapyan'ın Kaç Kişisiniz Boğos Efendi? adlı hatıratı üzerine yazdığım yazı)

Editörü Rober Koptaş’ın ‘gerçek survivor’, Ermenicesiyle verabroğ olarak tanımladığı Apraham Kasapyan’ın hatıratı sarsıcı bir kitap. Tanık olduklarının korkunçluğundan kaynaklanmıyor sarsıcılığı. Aslında kendisinin de bu manzaraları sarsıcı bir biçimde tasvir etmek gibi bir derdi yok. O, bu işi Victor Hugo veya Aleksander Dumas gibi yazabilen yazarlara bırakıyor. Onun gücü yalınlığından ve sahiciliğinden geliyor. En korkunç olayları anlatırken bile ajitasyonun izine rastlamıyorsunuz. Bu derece yalın bir anlatımın insan olma hallerinin karmaşık ve farklı biçimlerini bu zenginlikte önümüze koyabilmiş olması hayranlık uyandırıcı.

‘Yaşayanların vakti yok ki…’

Hatıratın daha ilk satırlarında Apraham Kasapyan ile kişisel bir bağ kurduğumu belirtmeliyim. Kasapyan; “Bu devirde, yaşlı, dünyaya veda etmekte olan bir adamın hayatını, onu çok sevenler bile okumaz, biliyorum. Yaşayanların vakti yok ki ölmekte olanın hayatıyla ilgilensinler.” diyerek başlıyor; “İnsanlar unutulmaya mahkumlar. Kaldı ki bunun bir günah olduğu da söylenemez.” diyor ve “Bunun bir suç olduğunu bile bile hayatım boyunca çalıştım.” diyerek devam ediyor. Sadece bu giriş cümleleri bile insana ilişkin temel tartışmaları yapmış, yaşamış ve dinginleşmiş bir bilinçle karşı karşıya olduğumuza işaret ediyor. Anlatının gücünün ve sarsıcılığının aynı zamanda bundan kaynaklanmış olduğunu söylemek yanlış olmaz.
Soykırım ve katliam anlatılarının belki de anlatılan olayların günlük yaşam için ‘aşırı’ olmasından kaynaklanan bir tehlike taşıdıklarını düşünürüm. Bu cürümlere maruz kalan insanları ve yer yer bu cürümlerin faillerini nesneleştiren bir etki yaratır bu anlatılar. Ölme ve öldürme ilişkisi o kadar öne çıkar ki kendisinden başka hiçbir şeye yer kalmaz anlatıda. Böylelikle bu yaşananlar adeta insani bir durum olmaktan uzaklaşır. Her türlü yaşamda kalma çabasının, yaşatma çabasının, kurban ve faillerin kendi içlerindeki farklı tutumların silinmesine yol açar. Tek biçimde eyleyen kurbanlar ve tek biçimde eyleyen failler kalır geriye. Kasapyan’ın anlatısı ise failleri ve kurbanlarıyla yaşamın olağan zenginliği içindeki insanları ortaya koyuyor.  Aslında böylece insanların yaşananlar üzerindeki etkilerinin olanaklarının ve sınırlarının nerelere varabileceğini göstererek siyasal otoritenin iradesi ve sorumluluğuna işaret etmiş oluyor.

1902’ den 1969’a

Kitapta Kasapyan, doğduğu 1902 yılından hatıratı yazdığı 1969 yılına kadar süren mücadele içinde geçmiş bir ömürden insan hikayelerini anlatıyor. Kilis Kaymakamı Ali İhsan Bey’in yardımı sayesinde ölümden dönüyorlar. Bazı akrabaları yardım isteklerini belki de kendi geleceklerine güvenemedikleri için geri çeviriyorlar. Sürgün yollarında köylerden mal alıp, kamplarda satanlar, dilencilik yapanlar, yapmayı kendine yediremeyenler, rüşvet alan memurlar, parası olduğu için kurtulabilenler, kaçak gezenler oluyor. Yetim bir kızı, oğluyla evlendirmek isteyenler ama adını değiştirmeyenler oluyor. Sürgün yollarında yitirilen akrabalar oluyor. Ölümün bir çeşit kurtuluş olduğu düşünülebiliyor. Bu yüzden ölenlerinin arkasından ağlayamayan insanlar oluyor.
Ölümden döndükten sonraki yıllar da çok kolay geçmiyor Kasapyan için. Yine canlı bir yaşam mücadelesi tablosu var. İş öğrenmeye çabalıyor. Birçok denemede bulunuyor. Fransa’ya çalışmaya gidiyor. Avrupa’dan dönüyor. Oradan döndüğü zaman arkadaşları ona kızıyor ama sonradan yaşadıklarıyla onlara hak veriyor. Ortaklıklar kuruyor, bozuyor. İşini büyütmeye çalışıyor. Tam işlerini yoluna koyduğunu düşündüğü zamanlarda yeni çilelerle baş başa buluyor kendini. Ama her seferinde yeniden ayağa kalkmasını biliyor.

Tekirdağ’dan Tehcir ve Bitmeyen Soykırım

Kasapyan’ın hatıratı soykırımla ilgili bazı gerçekleri yeniden hatırlamama neden oluyor. Mesela tehcir kararına gerekçe olarak sürekli “doğu cephesinde düşmanla işbirliği yapan Ermeniler” argümanı kullanılır. Oysa Kasapyan ailesi o zamanlar nüfusunun önemli bir bölümü Ermeni olan Tekirdağ’da yaşamaktadır. Sürgün hattı Tekirdağ-İstanbul-İzmit-Bilecik-Konya-Pozantı-Tarsus-Osmaniye-İslahiye-Aziziye-Kilis yoludur. Yani batıdan doğuya doğrudur. Bu durum aslında kitapta bir dipnotla verilen Ali İhsan Bey’in mahkeme tanıklığının da işaret ettiği gibi ‘kastın’ başka bir şey olduğunu açıkça gösteriyor.
Hatırladığım başka bir şey ise soykırımın Cumhuriyet tarihi boyunca farklı yüzleriyle devam etmiş olduğu gerçeği. 20 Sınıf Nafıa Askerliği, Varlık Vergisi, 6-7 Eylül ve bazıları günümüzde de devam eden daha birçok uygulama aslında soykırımın bir süreç olduğunu düşündürtüyor. Zaven Biberyan’ın fevkalade eseri ‘Babam Aşkale’ye Gitmedi’ de anlattıklarını hatırlıyorum, Kasapyan’ın anılarını okurken. Orada gördüğüm tabloya göre Kasapyan’ın dirayetine şapka çıkarıyorum.
Bu devamlılığın kendi yaşamımdaki izlerini sürüyorum. Annemin, Müslüman Hemşinli olmamıza ve sürgüne muhatap olmamış olmamıza rağmen ilk gençlik yıllarımdaki Ermenilikle ilgili ısrarlı sorularım karşısında “Kena emmen dağ Ermeni im asa u kezi gedrin – git her yerde Ermeniyim de de seni kessinler” demesi aklıma geliyor. Kasapyan’ın hatıratının günümüze kadar susmuş olmasıyla annemin korkusu arasındaki akrabalık bana konuşmaktan başka çaremiz olmadığını hatırlatıyor.  

Şimdi Konuşma Zamanı

Bugün bir yandan soykırım mağdurlarının hikayelerinin konuşulmaya başlandığı, öte yandan sınırlı da olsa toplumun geçmişle yüzleşmesine dönük çabaların ortaya konduğu günlerdeyiz. Belki de Kasapyan’ın hatıratının ortaya çıkması da bu sayede mümkün olabildi. Öte yandan yeniden ülkenin bir yanı ateşler içinde yanarken bir yanında kayıtsızlık sürüyor. Bütün bunlar bir daha olmaz dediğimiz şeylerin gerçekten olmamasının bizim buna izin vermememizle mümkün olabileceğini hatırlatıyor.
Çocukluğuyla ilgili ilk hatırası 1908 yılındaki Hürriyet Günü’ne dair olan Kasapyan, “Bu satırları kimsenin okumayacağını çok iyi biliyorum” diyerek bitiriyor kitabını. Okunmayacak denenleri okumaya başladığımıza göre hürriyet günlerini de geleceğe taşımanın vakti gelmiş demektir.

Mahir Özkan
Kasım 2015