30 Nisan 2009 Perşembe

Çarık



Evin üzerini örten brandanın ardından güneş yüzüme vuruyordu. Sıcacık uyandım. Elimi yüzümü yıkamak için evin önüne çıktım. Kollarımı iki yana açtım ve derin bir nefes aldım. Şehirde uyanmak için harcadığım zamanı düşündüm. Cep telefonunun alarmını kalkacağım saatten çok daha erkene kurup her çaldığında erteleyerek zorunlu kalkma saatine gelişimi hatırladım. “Saat kurmadan kalkmak ne güzel bir duyguymuş” dedim, kendi kendime.

Bilbilan yaylasında güneşli bir Cuma sabahıydı. Hava sıcaktı ama boğucu değildi. Neşeye çağıran bir yayla havasıydı. Yaylamızın ortasından akan küçük derenin karşısında amcamın evi vardı. Amcam evinin önündeki kamelyada oturuyordu. Önünde traş sandığı duruyordu. Kapağının içinde ayna olan küçük bir tahta sandıktı bu. Amcam her Cuma sakallarının fazlalıklarını düzeltir en güzel elbiselerini giyer, Cuma namazı için hazırlanırdı. Sonra çarşıya çıkardı. Amcamın yüzünde Hemşin derlerinin Kaçkar yamaçlarında açtığı gibi nehirler vardı. Hem korkunç hem de bilgece bir görüntü kazandırıyordu bu çizgiler ona. Amcam kendisini izlediğimi görünce karşıdan seslendi:
-orti aye ala(yavrum gel hele).
Hemen yanına koştum.
-asa hoparila(söyle amcacığım)
-orti yes takidum şad halivortsa. Teviez indzi onguç teneçi. Meme indzi traş aa(yavrum ben galiba çok ihtiyarladım. Ellerim beni dinlemiyor. Bi beni traş et)
Traş takımını hazırladım. Traş fırçasını köpürtmek için traş köpüğüne bakındım. Ama sandıkta traş köpüğü ya da sabunu yoktu. Bakındığımı fark edince küçücük kalmış el sabununu elime tutuşturdu amcam.

Amcamın traş köpüğünün olmamasına hem şaşırmış hem de çok üzülmüştüm. Bir taraftan da anlam verememiştim. Çünkü traş köpüğü alamayacak bir yoksulluk içinde değildik. Yoksullukla ilgili çok hikaye dinlemiştim ama artık o günlerin çok gerilerde kaldığını düşünüyordum. En azından yoksulluğun bu kadarı artık geride kalmıştı. Oğlunun ilgisizliğine yordum durumu. Amcam yaylada yengemle yalnız kalıyordu. Oğlu bazı hafta sonları gelip bir ihtiyacı olup olmadığını kontrol ediyordu. Amcamın oğlu Kemal paraya kıymet veren bir adam değildi. Cömert bir adam sayılırdı. Oturduğu masada kimseye hesap ödetmeyen tiplerdendi. Bir keresinde yaylaya birlikte gitmiştik. Yayla yolunda meşhur mola noktalarından biri olan Kutul’da yediğimiz cağ dönerlerin hepsini Kemal ödemişti. Babasının el sabunuyla traş olmasına izin vermesi olacak iş değildi.

Traş bitince soluğu Momi’nin yanında aldım. Momi’ ye olanları anlattım. Kemal ağabeyi çok ayıpladığımı söyledim. Momi’ nin yüzünde acı bir gülümseme belirdi.
-Orti Kemal e inç ena. Kemal’in hede sirded ella oç. Ku hoparet fukaraluğin sorvadza. Elluş çelluşan enel çi.(Yavrum Kemal ne yapsın. Kemal’e kızma. Amcan yoksulluğa alışmış. Yokluktan yapmıyor.) dedi.
Evet, biz hala yoksuluz. Ama Momi’nin anlattığı zamanların yoksulluğu ile bizim yoksulluğumuz karşılaştırılamaz bile. Yoksulluktan, adaletsizlikten şikayet ettiğimizde; daha güzel bir dünyanın düşünden söz açtığımızda amcamın, biz gençlere neden bıyık altından güldüğünü Momi kendi zamanlarının yoksulluğunu anlatınca anladım.

Kıtlığın kapıya dayandığı yılların birinde evdeki bütün un bitmiş. Ellerinde ne var ne yok tükenince mısırın koçanını öğütüp un yapmışlar. Bununla beslenmişler. Dedemiz genç yaşta öldüğü için bütün aileye on dört yaşından beri amcam bakıyormuş. Amcam eve ekmek getirebilmek için ormandan odun kesip satmaya başlamış. Her gün ormana gidiyor odun kesiyormuş. Bununla on nüfus yarı aç yarı tok geçiniyorlarmış. Bir taraftan da yoksulluklarını ele güne belli etmek istemiyormuş amcam.

O zamanlar ayakkabı yerine el yapımı deri çarıklar giyilirmiş. Amcamın yalnızca bir çarığı varmış. Yeni bir çarık yaptırması da mümkün değilmiş. Kimsenin arkasından “çarıksız” demesini de istemiyormuş. Bu yüzden çarığa gözü gibi bakıyormuş. Her sabah çarığını giyiyor ve yola koyuluyormuş. Köyün içinden geçip ormana girdiğinde ise çarığını çıkarıp heybesine atıyormuş. Ormanda gezmekten nasır tutmuş ayakları çıplak gezmeye alışıkmış.

Amcamın ruh halini anlamıştım. Yoksulluk insanın neyi ihtiyacı olarak gördüğü ve ihtiyacı olarak gördüğü şeylerin ne kadarına sahip olduğuyla alakalı bir şeymiş. Ama yinede gönlüm razı olmadı. Çarşıya gidip bir traş köpüğü aldım ve gizlice amcamın traş sandığına koydum.

Mahir Özkan

25 Nisan 2009 Cumartesi

YAŞAMAK İÇİN AÇIK MEKTUP / ABRUŞİ HAMA PATS TUĞT - İsmail Güney YILMAZ

Sevgili kardeşlerim !..

Dünyada binlerce dil konuşulmakta ve bu dillerin büyük çoğunluğunun üzerinde ölümün karanlığı kol gezmektedir. Ölüme yakın olan olan bu dillerin arasında bizim konuştuğumuz dört dil de sayılıyor.Ki görüyoruz günbegün ölüyor dillerimiz...Kültürümüz,kimliğimiz ölüyor!.. Peki ya biz,her biri ayrı birer nadide çiçek olan bu dillerin ölümlerine seyirci mi kalacağız?!.Hayır !.. Her ölüm,binlerce yılda oluşturulmuş zengin bir birikimin bir daha geri gelmemcesine yitirilişi anlamına gelir... Ve bu yitirilme, yalnız halklarımız için değil,tüm dünya zenginliği adına büyük bir kayıp olacaktır... Atalarımızdan,torunlarımız içinemanet aldığımız bu güzel dillerimizin yaşatılması bir insanlık borcundan başka bir şey değildir!.. Artık uyanalım kardeşlerim, artık elele verelim ve kurtulalım bu ölüm uykusundan!.. Anlayalım artık,dillerimiz,kültürlerimiz ölürse,bizler de ölü olacağız...Ve bizlerden yarına,ölü halkalardan başka hiçbir şey kalmamış olacak!.. "Dur!" diyelim bu kıyamet günü sayımına!.."Dur!" diyelim!..

Omuzlarımızda taşıdığımız yük birdir... Alınlarımızdan akan ter de... Emekçiliğimiz kardeştir,yoksulluğumuz da...Köklerimiz ve dillerimiz farklı farklıymış ne çıkar,tarlalarda,fabrikalarda aynı şarkıyı söyler çalışan ellerimiz !.. Nice yüzyıllardır aynı toprakta karşılıklı karışmış ve yan yana yaşıyoruz... Birbirine karışmıştır kültürlerimiz ve adetlerimiz... Hakim ulus mensubu oldukları için,dillerini kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya olmasalar da,aynı toprakları paylaştığımız Türk halkıyla da kardeştir yüzyıllardan berikaderimiz... Ve tabii ki unutmayalım,biraz "uzak"ta olan kardeşlerimizi de; Kürtler'i, Araplar'ı, Ermeniler'i, Çerkezler'i, Boşnaklar'ı, Arnavutlar'ı... Anadolu'da ve dünyanın her köşesinde yaşayan tüm emekçi halkları!.. Derdimiz birdir,kurtuluş yolumuz da !..
Laz'ız,Gürcü'yüz,Hemşinli'yiz,Pontoslu'yuz !.. Ve yitip gidiyor bizim olan ne varsa!.. Kayboluyor,eziliyor "modern dünya"nın (!) acımasız talanında. Kan kusuyor kadim diller,kültürler !.. Biz varız,ama onlar diyorlar ki bizim için: "Yoklar!" En doğal insan hakkı olan kültürel talepler dahi "bölücülük" diye eziliyor... Kesmek istiyorlar soluğumuzu... İstiyorlar ki,yaşayan ölüler olalım !.. Peki ya, bu nasıl oluyor,bu nasıl bir vatandır ki anadil talebiyle bir anda bölünebiliyor ?!. Anlamak aslında hiç de güç değil,onlar için Türkiye tek bir renkten ibarettir... "Hayır,Türkiye'de başka diller,halklar da var!" dediğimizdeyse, bir canavar misali geliyorlar güzel düşlerimizin üzerine üzerine !.. Zalim bir paranoyanın ağırlığı altında yitip gidiyor sesimiz !..

Fakat hayır !.. Sessizlik yakışmaz bize !.. Yakışmıyor bize ölümü beklemek !.. Atalarımızın kemiklerini sızlatan bu ölüm suskunluğu ayıptır,büyük bir insanlık ayıbıdır !.. Ayıbı bulaştırmayalım yarınlarımıza... Artık bir köprü olalım dünden yarına,artık sesimizi çıkaralım:Biz Varız !.. Vardık,varız,var olacağız !.. Çağla ey ezilen halkların ırmağı çağla !.. Can ver şimdi çorak topraklarımıza... Kalkın kardeşlerim, bize yakışmıyor sessizce ölümümüzü beklemek... Bize yakışan, kardeşliğin güzel çiçekleriyle bezeli yaşam yolundan yürümek !.. Öyleyse biz de yürüyelim yolumuzdan,varsın boşuna bağırıp çağırsın karanlığın bekçisi "yalnız kurtlar" (!)... Biz yürüyelim... Ve onlara vermek için ağızlarının payını haykıralım hep bir ağızdan yüksek sesle :

YAŞASIN HALKLARIN KARDEŞLİĞİ !
YAŞASIN LAZCA,GÜRCÜCE,HEMŞİNCE VE PONTOSÇA !..

Sireli Axparner!

Aşxaris hazaran şad lizu xoservi gu. As lizunous şadin vaan mernuşin medoğume bededa gu.
Mernuşi modik elloğ lizunoun meçe me xosats çors lizun a hormevi gu. Mek al emmen or desnuk gu, açvenous arçetin lizunies mernin gu. Me kultur e, me me elluşnies merni gu. Mek inç enoğuk? Emmen na uuş uuş dzağik elloğ as lizunous mernuş e serenoğuk ta?

Ça! Emmen mernuş e, hazar darvu arançman pervats, joğvevatsnoun me mal yed kalu gorsevuş e asuş a. As garsevuş e me me me joğovurtnous ça, aşxaris hama a medz pon a. Medz babous tornous devuşi hama aradzunik lizunies. Lizunis abretsnuş e mart elluşi hama me varvenus vazife a.

Herkets! Hemi zartik axparner! Hemi yuur tev dak, xalesik isa meradzi bes kunelluş as. Kidanag hemi, lizunies, kulturnies mernin ana meg a meradz elloğuk. Mezman as aşxaris mernuşan uuş inçik menoğ ça. “Gunga!” asik, mernoğ lizunie hormik oç. “Gunga!” asik....

Lertous meg şalage geyik gu. Eesnous işnoğ kernik e me me na. Aşxadoğ ik. Axparik. Fukaraluğnies axpara. Kökies, lezunies uuş uuş a, inç gelli. Ardnoun, fabrikanoun meg xağ e gasa tadoğ tevies. Kani haur dai a meg xoğin meçnik, xarevadzik. Yuur mod gabrik. Yuur xarevadza kulturnies, adetnies. Lizunie goservoğ çelloğ Turk millatin hed na xarevadzik. Axparik Turk millatin hedna, kani haur dai a. Megalots na moleyik oç. Kurtnie, Arabnie, Haynie, Çarkasnie, Boşnağnie, Arnavutnie….. Anadoluis u aşxaris emmen polor abroğ emmen aşxadoğ millatnie.

Dardies me me na! Xalesuş i compan a me me na!

Con ik, Gurci ik, Hamşentsi ik, Pontostsi ik! Gorsevi gu inçu unik. Gorsevi gu, acervi gu. Moderen aşxares umedz vari çi. Ağun ku ka pianan hin lizunoun, kulturnoun! Mek gok! Aner gasin ta mezi hama: “çkon!”. Emmen martun unnuş e bidanoğ haknie uzoğnoun, “bölücü” gasin, gacerin…. Gedruş kuzin şunçnies….kuzin ta abroğ meradzner ellik!

As pones inçbes pona, as inçbes dağ a marilezu uzuşan pajnevi gu. Kidanag, anots hama Turkies tağ reng a. “Ça! Turkieis uuş lezuner a, millatner a go!” asik a na canavari bes me anuş niyaznoun vaanuus kukan. Anots paranoain zondutunin dage goservi gu tsenies!...

Ama ça! Tsen honelu bedenoğ çik!..Mernuşe bedenoğ çik!...Babosus oskornie sizlamiş gelli. Ayib a asman tsen honelu bedenuş e! Ayibes xarnik oç hekutsin. Garmuc ellik, eeg an hekuts in. Herkets! Tsenies honik:

Mek gok! Gaki, gok, elloğuk!.... Orda, hay gidi acervats millatin kedie, orda!… Hoki du tsokmats xoğous…. Vieleg axparner! Mezi pon ça xoselu mernuş e bedenuş e… Me pon e, axparutunin erand compatsan kaluş na!...En çağ e, meg kalik me compatsan. Varti gorçatoğ, bolokatoğ medoğumin bekçin “menenag kalnie”(!)… Mek kalik!...Anots vaanuus partsetsenik tsenies:

ABRİ MİLLATNOUN AXPARUTUN E!
ABRİ CON İ, GURCİ İ, HAMŞEN İ U PONTOS İ LİZUNİE!
Hemşince Çeviri: Mahir Özkan

5 Nisan 2009 Pazar

Cadı Hikayeleri 3



Kışın zamanın büyük bölümünü evde geçirirdik. Metrelerce karın örttüğü yollar izin vermezdi fazla uzaklaşmaya. Hem erkenden akşam olur, hava kararırdı. Köyden uzaklaşmak da pek güvenli değildi. Çünkü aç kalan kurtlar ve ayılar köyün yakınlarına kadar inerlerdi. Bu yüzden kışın en iyisi evde vakit geçirmektir. Evde geçirilen uzun zamanlarda “misket,” “maya,” “öğretmencilik” hatta kalabalık olunca “eşinden memnun musun?” gibi oyunlar oynardık. Tabi en büyük eğlencemiz momiden hikayeler dinlemekti. Ama bu hikayeler artık benim için sorun olmaya başlamıştı. Özellikle cadı hikayeleri. Cadı hikayeleri beni çok korkutuyordu. Anladığım kadarıyla köyümüzde de cadı vardı. Ama ben kim olduğunu bilmiyordum. Artık yaşlı kadınlarla yalnız kalmaya korkar olmuştum. Her gördüğüm kadını “cadı acaba bu mu?” diye baştan aşağıya süzüyordum. Bütün davranışlarını izliyor, onlarla yalnız kalmaktan özenle kaçıyordum.

Bir gün artık dayanamadım. Momiye: “me kağis cadun vova? Asa indzi. Kağis emmen baravan vaxim gu (bizim köyün cadısı kim? Söyle bana. Köyün bütün yaşlı kadınlarından korkuyorum)” dedim.

Momi: “orti, me kağis caduin vov elluşe ook çkida. Asa, ana gasin. Ama ook şidag desats çuni. Cudu a dei megime maxke arnus a na kelxut medz pon kuka. ( yavrum, bizim köyün cadısının kim olduğunu kimse bilmiyor. Budur, şudur diyorlar. Ama kimse gerçekten görmemiştir. Cadıdır diye birinin günahını alırsan başına büyük iş gelir.) dedi. Sonra da cadının açığa çıkmasının ancak iş üstünde yakalanmasıyla ya da kendisini çok kızdıran bir şey yapan birini cezalandırdığında mümkün olduğunu söyleyerek bir hikaye anlattı:

“Guli daha on beş yaşında genç bir kızmış. Ama o zamanlar bu yaş evlenmek için yeterli bir yaşmış. İsteyenlerin ardı arkası kesilmeyince ailesi münasip gördükleri birine vermiş Guli’ yi. Guli ilk zamanların çocukluklarını atlattıktan sonra mutlu bir yaşantı sürmeye başlamış. Yeni yaşamına çabuk alışmış. Elinden başka bir şey de gelmezmiş zaten. Kocasını da zamanla sevmiş. Kendisine iyi davranıyormuş kocası. Tek bir sorunları varmış yeni evli çiftin. Üç yıldır evli olmalarına rağmen çocukları olmamış. Yaşı henüz küçük olduğu için bunu da fazla sorun etmemişler.

Bu mutlulukları fazla uzun sürmemiş. Evliliklerinin üçüncü yılında kocasının ağabeyi ölmüş. Karısı iki çocuğuyla dul kalmış. Kayınpederi büyük gelinini çok seviyormuş. Torunlarının da annesiz kalmasını istemiyormuş. Bu yüzden büyük gelini Guli’ nin kocasıyla nikahlamış. Guli bir türlü bunu kabullenememiş. Düşünmüş taşınmış. İşin içinden çıkamamış. Çünkü kocasını seviyormuş. Hem ayrılsa, boşanmış bir kadın olarak daha iyi biriyle evlenme ihtimali çok zayıfmış. Bir süre, duruma alışmaya çalışmış. Ama nafile. Belki kocasını sevmese durum daha kolay katlanılır olacakmış. Ama sevdiği adamı aynı evin içinde başka bir kadınla paylaşmak dayanılmaz bir hal almış. Sonunda kaçmaya karar vermiş.

Guli bir gün tarlada çalışırken kararını vermiş. Tarladan orman yoluna vurmuş kendini. Köy yolundan gitmesi imkansızmış. İnsanlar köyden tek başına ayrıldığını görürlerse kaçtığını anlar ve izin vermezlermiş. Bir tepenin bir yamacında kocasının bir yamacında babasının evi varmış. Saatlerce yürümüş. Tepeyi tırmanmış. Günü akşam etmiş. Sonunda babasının köyüne gelmiş.

Birkaç gün sonra kayınpederi Guli’ ye haber göndermiş: “ Eğer evine geri dönmezsen kimseye kadınlık edemeyesin.”

Guli’nin babası bu tehdit üzerine çekinmiş. Çünkü köylüler arasında Guli’nin kayınpederinin cadı olduğuna dair söylentiler dolaşıyormuş. Kızının ağzını yoklamış. Guli bu tehdidi pek ciddiye almamış. Babasına: “O eve geri döneceğime ölürüm daha iyi demiş.” Bunun üzerine babası da fazla ısrar etmemiş.

Cadı bunun üzerine bir yumak yün ipinden kırk parça kesmiş. Kırk parçayı birbirine düğümlemiş. Her düğüme kimsenin bilmediği dualar okumuş. Kırk düğümlü iple Guli’nin rahmini bağlamış. Sonra da düğümlü ipi denize atmış.

Gel zaman git zaman Guli’ nin kısmeti çıkmış, evlenmiş. Cadı bu evliliği önceden haber almış. Kırk parça ip hazırlamış. Kırk parça ipi kırk düğümle bağlamış. Her düğüme kimsenin bilmediği dualar okumuş. Kırk düğümlü iple Guli’nin yeni evini bağlamış. Sonra da düğümlü ipi denize atmış. Bu evde çocuk olması artık imkansızmış.

Guli yeni evinde ilk zamanlar mutluymuş. Ama bir sorun varmış. Yıllar geçiyor ama Guli’nin çocuğu olmuyormuş. Hocalara gitmişler, olmamış. Otlar kaynatmış içmişler, olmamış. Doktorlara gitmişler, olmamış. Türlü türlü çareler denemişler, yine olmamış. Tam on iki yıl geçmiş evliliğinin üzerinden ama çocukları olmamış. Evin içinde yıllar yılı bir tek kahkaha duyulmamış. On ikinci yılın sonunda bir gün, kederli Guli’nin bir dikkatsizliği sonucu evde yangın çıkmış. Bütün köylü koşmuş, yetişmiş. Ama ahşap evi yanmaktan kurtaramamış. Ev tamamen kül olmuş.

Köylüler bu duruma çok üzülmüşler. Çünkü Guli’nin kocası çok fakirmiş. Üstelik çocukları olmadığı için insanlar onlara daha fazla acıyorlarmış. Köyün ileri gelenleri hemen gor yapmaya karar vermişler. Bütün köylüler elinden ne geliyorsa, yardım edecekler ve Guli’nin yeni evini hep birlikte yapacaklarmış.

Ev inşaatı boyunca Guli ve kocası komşularının evinin bodrumunda kalıyorlarmış. Birkaç ay içinde yeni evleri hazırmış. Guli yeni eve taşınacakları gün kendini hiç iyi hissetmiyormuş. Başı dönüyor, midesi bulanıyormuş. Evin yapımı sırasındaki yoğun çalışmaya bağlamış önce. Sonra son birkaç ayı düşününce aklından bile çıkardığı şeyin gerçekleştiğini anlamış. Hamileymiş.”

Mahir Özkan



1 Nisan 2009 Çarşamba

Bir Ayı Masalı



Momi geniş zamanların insanıdır. Onun zamanında insanlar akrep ve yelkovanın peşinden koşarak yaşamıyorlardı. Aceleleri yoktu. Momi anlatacağını “kısaca” anlatmaz o yüzden. Uzun uzun anlatır. Doğrudan söylemez söyleyeceğini. “Bizim zamanımızda” diye girer söze, hikayesini anlatır önce. Sabırla beklersin hikayesinin sonunu. Hikayesi bittiğinde söyler söyleyeceğini “kısaca”. Hoş, artık söylemesine de gerek kalmamıştır ya.

“Bizim zamanımızda” ile başlayan cümleleri en çok televizyon izlerken duyardık onun dilinden. Televizyona akıl sır erdiremezdi; hem tekniğine, hem içindekilere. Bir gün yine oturmuş bir dizi izliyoruz. Bir aile dizisi! Dizi ama sadece dizi değil! Adeta bir eğitim programı. Modern, çekirdek aile nasıl olur? Modern ailede kadının, erkeğin, çocuğun yeri neresidir? İlişkileri nasıl olmalıdır? Hepsinin cevabı bu dizideydi. İzlenme rekorları kırdığı için üzerine siyasilerin, üniversite hocalarının açık oturum yapıp tahliller yaptığı bir diziydi.

İşte bu dizinin kadın karakteri bir bölümde kocasına bir sebepten kızmıştı. Büyük kavga kopmuştu. Bu modernlik işini sindirmesi biraz zor oluyordu erkek karakterin. Kavgaların çoğu da bundan çıkıyordu zaten. Neyse, sonuçta kadın “daha fazla katlanamıycam sana” dedi ve vurdu kapıyı çıktı. Momi’nin “bizim zamanımızda” deme vakti gelmişti.

“İda televiziyoned boş pona. İndzi onguç deveg. Tsezi meg hikiya me asim. İsa hikiyas indzi im may e garkevuşi çağin asats.(O televizyon boş iştir. Bana kulak verin. Size bir hikaye söyleyeyim. Bu hikayeyi bana annem evlenme çağımda söyledi.)”:

“Bir zamanlar, bir Hemşin köyünde kızın biri kaybolmuş. Kız sabah tarlaya çalışmaya gitmiş. Akşam olmuş gelmemiş. Hava kararmaya başlayınca evi sarmış bir telaş. Erkek kardeşleri tarlanın yolunu tutmuş. Tarla ormanın içindeymiş. Köyde ormana çok yakınmış. Tarlaya gelip kıza seslenmişler. Ama seslerine bir karşılık alamamışlar. Elleri boş eve geri gelmişler. Bu arada bütün köy kızın kaybolduğunu öğrenmiş. Kızın evinde erkek kardeşlerinin dönmesini bekliyorlarmış. Kardeşler eli boş dönünce bütün köylüler başlamışlar kızı aramaya. Dere yatağını, köyün çevresini, tarlanın çevresini, ormanı, her tarafı aramışlar. Aramalar sabaha kadar sürmüş ama kızı bulamamışlar. Gündüz gözüyle tekrar aramaya çıkmışlar. Günlerce aramışlar ama nafile, kızı bulamamışlar. Sanki yer yarılmış, yerin içine girmiş.

Aylar sonra bir gün bir avcı elinde kızın yazmasıyla köye gelmiş. Yazma yırtık pırtıkmış. Köye gelir gelmez kaybolan kızın evini sormuş. Köylüler kızın yazmasını görünce kızın bulunduğunu düşünmüşler. Avcıyı alıp kızın evine getirmişler. Bu avcı Hemşinlilerin tanıdığı bildiği ünlü bir avcıymış. Hikayeleri dilden dile dolaşırmış. Ayıyla boğuştuğu, kurtlarla konuştuğu anlatılırmış.

Avcı kızın ailesine: “Yazmasını ormanın içlerinde buldum. Çevresinde izler vardı. İzleri takip ettim. Ama izlerin birçoğu ya kaybolmuş ya da birbirine karışmış. Benim anladığım sizin kızınızı ayı kaçırmış. Ayı kızınızı çok uzun mesafe taşımış. Eğer öldürecek olsaydı bu kadar uzun mesafe taşımaz, yerinde öldürürdü. Merak etmeyin kızınızı bulacağım ve kurtaracağım” demiş. Sonra da evden çıkmış ve ormanın içlerinde gözden kaybolmuş.

İnsanlar duyduklarına inanamamışlar. Ama bir umuttur gelmiş yerleşmiş yüreklerine.

Avcı günlerce ayı izlerini takip etmiş. Ayı inlerini gezmiş. Sonunda bir ayının ininin girişini büyük bir kaya ile kapattığını görmüş. Kızı kaçıran ayının bu olduğunu anlamış. Hemen köye gelmiş, mutlu haberi vermiş. Kızın erkek kardeşleri de içlerinde, köyün erkekleri silahlarını kuşanmış, avcıyla birlikte ayının inine varmışlar. Pusuya yatmışlar. Ayı dışarı çıkar çıkmaz daha taşı yerinden oynatmadan yaylım ateşine tutmuşlar. Ayı olduğu yere yığılmış.

Bu arada kız ağır adımlarla mağaranın girişinde belirmiş. Ayının ölüsünü görünce gözlerinden yaşlar boşalmaya başlamış. Herkes büyük bir şaşkınlık içindeymiş.

Erkek kardeşi sormuş: ka isa arçaz kezi xalesetsak, al inç kulas?( ka bu ayıdan seni kurtardık, daha niye ağlıyorsun?)

Kız cevap vermiş: arçer marçer, ali im martser (ayıydı mayıydı, yine benim kocamdı).”

Momi hikayeyi anlattıktan sonra kısaca:
“Me çağe axçige gartoğa inç elloğa, gaseni. İnç elloğer; im dadna indzi ida televiziyonid genoçet bes gartetsner, pon unna, yes al koni donum ture şebesne gu, kelle. Hemi inç ağav; arça marça ali im martna asti, aha da mernoğum. (bizim zamanımızda kız okuyup ta ne olacak, derlerdi. Ne olacaktı; benim babam da beni o televizyondaki kadın gibi okutsaydı, işim olsaydı, ben de kaç kere kapıyı vurur çıkardım. Şimdi ne oldu; ayıdır mayıdır yine benim kocamdır dedim, aha da öleceğim.)
Mahir Özkan