28 Aralık 2015 Pazartesi

Saat Sesi



“beynim zonkluyor, beynim zonkluyor
olayların akışı, olayların akışı, beni takmıyor
cak cak cak, ding dong dong, tik tak tak
saatin sesi nasıl kızmam*”

“Tik tak ya da ding dongdan daha sinir bozucu” diye düşündü. Bir sese, bir sözcüğe her takıldığında diline bir şarkı düşer, gün boyu da ayrılmazdı peşinden. Diline takılanı mırıldanarak deniz kenarlarını, dağ başlarını, bulutların üzerini, neşeli günlerini dolanırdı hep. Bu defa öyle olmadı. Çünkü gerçekten beyni zonkluyordu. Yalandan bir soru buldu kendine: “Saatler tik tak mı, ding dong mu, tıkk tıkk mı yapar? Belki eskiden tik tak yapıyorlardı ama artık elektronik mekanizmalar var. Her saniye aynı sesi çıkarıyor. Tıkk, tıkk, tıkk… Off! Kimin umurunda saatin çıkardığı ses? Öldüğümü hatırlatmasa. Öldüğümü mü hatırlatıyor? Koştuğumu mu? Koşu mu? Evet koşu. Koşu bandında!”

Gülümsedi. Koşu bandı benzetmesi hoşuna gitmişti. İfade edilişindeki güzellik; acının, olduğundan daha derin duyulmasına neden oluyordu. Bir yanıyla da ayıltıcıydı. Estetiğin sağaltıcı gücü acının en derinini duyururken bile uç verebiliyordu.

“ Bırak bunları! Tutunacak dal arıyorsun kendine.” dedi. Sonra da “Niye aramayayım ki” diye yanıtladı kendini. Odanın içini dolduran sesin kaynağı olan saate baktı. Pilini çıkarmayı düşündü. Vazgeçti. Kolundaki saate baktı. Çıkardı. Üzerinde yeni çıkmış iki ucuz edebiyat dergisi, kahvaltıdan kalma tava, çay bardağı, tv kumandası, peçete niyetine kullanılan tuvalet kağıdı, bardağın altına hiç konmayan bir bardak altlığı, akşamdan kalma çerez kasesi ve baş parmakla işaret parmağı arasında yuvarlana yuvarlana grileşmiş ekmek içi bulunan sehpanın üzerine bıraktı. Dışarı çıktı.
Yürüdü. Edirnekapı kavşağına gelince sahile doğru inen Savaklar Caddesi’ne geçti. Mısır Tarlası Mezarlığı’nın yanından ağır ağır aşağı doğru inmeye başladı. Halk Ekmek fabrikasının önüne gelince Rum Mezarlığı’nın olduğu tarafa geçti. Mezar taşlarına baktı. Üzerlerindeki yazıları okumaya çalıştı. Bazı isimlere kısa hayat hikayeleri yazdı. Öldükleri yaşlara ve cinsiyetlerine göre ölüm sebepleri uydurdu.

Rum Mezarlığı’nı geçtikten sonra ana yolu terk edip ara sokaklardan sahile inmeye karar verdi. Sur Dibi Mezarlığı’nı ikiye bölen Eğrikapı Caddesi’nden sur içine yöneldi. Yeşil pantolonunun paçalarını siyah çoraplarının içine sokmuş, yakası kürklü gocuğu, başında beyaz takkesi ve elinde tespihiyle mermer levhasında Hz. Abdussadık Amir İbn-i Same yazan türbenin dibine çökmüş tatar yüzlü adama selam verdi. Adam başını sallayarak ve içine kaçan bir sesle, “Aleyküm selam” dedi. Türbenin turuncu, yeşil, pembe, kahverengi tespihlerin asılı olduğu yeşil parmaklıklarına yaklaştı. Mezarın iki ucundaki yeşil taşlarda yazan Arap harfli kelimeleri güç bela okumaya çalıştı. Yüzünde sakal niyetine bırakılmış üç beş tane uzamış tüyden gayrısı olmayan tatar yüzlü adam avucunu uzatıp, “Allah niyetini kabul etsin” dedi. Adama dönüp bakmadan, “Sağ olasın” deyip yürümeye devam etti.
Hz. Haceti Hafir Türbesini geçip ancak bir arabanın sığacağı dar yoldan sur içine girdi. Sur içine girer girmez sağında Kesikbaş ve Derviş Molla Muhammed Türbesi’ni gördü. Türbe, üzerindeki yeni yapılmış yeşil boyası sayesinde karşısındaki iki katlı, bazı camları kırık, bazılarına şeffaf naylon çakılmış, yarı ahşap, cumbalı ev gibi terk edilmiş görüntüsü vermiyordu. O kadar kötü boyanmıştı ki içinden, “Keşke terk edilseymiş” diye geçirdi. Sonra evin o hali “yaşam terk edilmiş ama ölüm terk edilememiş” diye düşündürdü.

Yürümeye devam etti. Soldan aşağıya inen Kandilli Türbe sokağına girmeyi düşündü. Yokuşa bakıp vazgeçti. Az ileride, küçük meydanın sağında, önündeki ağacın gölgesine birkaç masa atılmış küçük bir kahvehane vardı. Kahvehanede oturup bir çay içmeyi düşündü. Masaların solunda ünlü bir markanın reklam şemsiyesinin altındaki dondurma dolabını gördü. Çaydan caydı. Yürümeye devam etti. Arkasındaki küçük bahçenin iki büyük çınarının gölgesine sığınmış gibi duran, boyaları dökülmüş, üzerine yapıştırılıp sökülen afişlerin bıraktığı rengarenk kargaşa, bir kısmı dökülmüş kiremitleri ve canlılık belirtisi veren tek şeyi, yeni boyanmış kırmızı kapısı olan evin önünde, bebeğini kucaklamış bir adam, küçücük bir taburede oturuyordu.  Geçerken selam vermeyi düşündüğü adam, “Aloo! Al şu çocuğu, geç kaldım!” diye seslendi, kırmızı boyalı kapıdan içeri.

Kapıdan kimsenin çıkıp çıkmadığına bakmadan ve selam vermeden ilerledi. Solundaki sokağın başında durdu. Bir çıkmaz sokaktı. Sokağın sonundaki duvarın üzerinden deniz görünüyordu. Duvarın hemen ardındaki ağaçların kökleri denizin içindeymiş duygusu uyandırıyordu. Sokağın içinde duvarları uydu antenleriyle kaplı, ahşap cumbalı, iki katlı yığma tuğladan bir ev vardı. Bu evin hemen yanı başında çatısının üzeri asmayla kaplı, tek katlı, iki göz briket bir kondu vardı. Kondunun çatısından karşısındaki elektrik direğine gerilmiş ve ortasından bir sırıkla desteklenmiş ipin üzerinde, pembeli beyazlı, mavili grili havlular ve yıpranmış bir çarşaf asılıydı.

Sokağa girip manzarayı izleme isteğini kovaladı. Dervişzade Sokak’tan sahile yürümeye devam etti. Mahallenin eski halini düşünmeye çalıştı. Yıkık evleri onardı. Sokaklarında gezenleri, cumbalarından sokağı seyredenleri canlandırdı. Ön tarafı sac levhalarla kapatılmış yıkık bir evin hemen yanında gerçekten de yenilenmiş, ahşap giydirilmiş cumbalıyı gördü. Ahşap kaplamasının rengi ve dokusu düşündüğü zamanları hatırlatıyordu. Dudağının kenarında ahşap cumbada yudumladığı kahvenin verdiği tat, ahşap görünümlü pvc pencereleri ve demir parmaklık ardındaki kasa kapısı duygusu veren çelik kapıyı görünce acılaştı.

Ortasında tarihi çeşme bulunan üç yola gelene kadar etrafına hiç bakmadı. Kazasker İvaz Efendi Camii’nin önündeki beşgen çeşmede bir tane bile musluk yoktu. Camiye bakan yüzünde, üzerine yazılmış yazıları kapatan beyaz badana ve onun üzerine yazılanları kapatmak için kullanılmış olan pembe boya vardı. Buna karşın henüz üzeri boyanmamış olan “2310 KG” ve “EĞRİKAPI” yazıları okunuyordu. Camiye yöneldi. Caminin, binaların arasında kalmasından sonra yapıldığı belli olan küçük nizamiyesi üzerindeki mermer levhada “Kazasker İvaz Efendi Camii, İmari 1585, Mimari Mimar SİNAN” yazıyordu. Bahçesindeki mezarların yanında, ağaçların altında oturmak istedi. Cami restorasyon nedeniyle kapalıydı. Avludan el arabasıyla hafriyat taşıyan işçilerin sesleri geliyordu.
Haliç’e doğru alçalmaya başlayan yolun solunda Anemas Zindanları, sağında Emir Buhari Tekkesi bulunuyordu. Anemas Zindanları’nda da restorasyon vardı. İçeri bakmaya çalıştı ama hiçbir şey göremedi. İnşaat alanını çevreleyen sunta blokların üzerinde eseri tanıtan yazı ve krokiler vardı. Bir süre bunları inceledi. “Zamana dayanabilmenin bir yolu olmalı” diye düşündü. “Taş!” dedi kendi kendine. Sonra, “Ne önemi var ki, zamana dayanabilmiş olmanın bilincine sahip olamadıktan sonra. En güzeli teslim olmak! Zamanın dışına çıkmak ancak ona kayıtsızlıkla mümkün”
Yokuşun sonuna, “Ayvansaray Kentsel Yenileme Projesi” inşaatının olduğu köşeye geldi. Proje ile eski Ayvansaray evleri gibi görünsün diye ahşap giydirilmiş betonarme evler yapılıyordu. Tabi alt katları dükkanlarla donatılmış olarak.

Sırtını bu yenileme projesine dönüp nizamiyesinin mermer alınlığında, “Panayia Vlaherna Ayazması Meryem Ana” yazılı demir kapıya yöneldi. Ayazmanın yüksek duvarlarının üzerinde askeri alanlar gibi dikenli teller vardı. Bir ayazmanın duvarlarının bu kadar yüksek ve duvarlarının üzerinde dikenli teller olmasına şaşırmadı. Kapıdan içeriye doğru giden iki yanı beş sıra küçük tuğla ile işlenmiş genişçe bir yol vardı. Yolun iki yanı, çeşitli süs bitkileri ve ağaçlarla, yeşil alan olarak düzenlenmişti. Yolda ilerledi. Yolun tam karşısında ve sağında iki bina vardı. Karşıdaki binaya doğru ilerlerken, sağdaki binanın önünde gölgeye çıkarılmış iki masada beş altı kişinin oturduğunu fark etti. Kırklı yaşlarının üzerinde görünen kadınlı erkekli grup kaçamak gözlerle ona doğru bakıyorlardı. Ama baktıklarını belli etmemeye çalışıyorlardı. Belki ona öyle geliyordu. İnsanları huzursuz etmiş hissetti kendini. Kaçıyormuş gibi görünmekten korktuğu için yavaş hareket etmeye çalışarak geri dönüp dışarı çıktı.

Ayvansaray Kuyusu sokağından sahil yoluna inmek yerine hemen sağa dönmek istedi. Mustafa Paşa Bostanı sokağına döndü. Sokağın girişinde tek koltuklu bir berber dükkanının önünde tekerlekli sandalyeli müşterisini tıraş eden berberle göz göze geldiler. Başıyla selam verdi. “Aleyküm selam” dedi berber.   Adam bu selama şaşırmış görünüyordu. Arkasından baktığına emindi. Ama bakıp kontrol etmesi mümkün değildi. Adımlarını hızlandırdı. Yine kaçıyordu. Yine kaçtığının belli olmasından korkuyordu. Sağa giren sokağın başında Hz. EBU ZER EL ĞİFARİ tabelasını gördü. Geçti. Sola dönüp Çember sokağa girdi, sahile inmek için. Sokağın ortasındaki HAZRETİ CABİR CAMİİ’nin önüne geldi. İşlemeli, ahşap kanatlı kapısının bir kanadı açıktı. Kapının iki yanında, kapının üzerindeki sonradan eklenmiş gibi duran ahşap bölümü destekleyen mermer sütunlar vardı. Sütunların arasından içeri süzüldü. İçeride kimse görünmüyordu. Ayakkabılarını çıkarıp ayakkabılığa yerleştirdi. Girişten itibaren ahşap döşemelerin ve halı zeminin yumuşaklığının etkisi altına girmişti. Takip edildiği ve huzursuzluk verdiği düşüncesinden kaynaklanan rahatsızlıktan kurtulması için, içeride kimsenin olmadığından emin olması gerekti. İçeriye göz gezdirdi. Dinledi. Kimse yoktu.

Harim, kırmızı süslemeleri olan yeşil tonlarının hakim olduğu halılarla kaplıydı. Minberin yanında duvar dibinde yere bırakılmış tespihler vardı. Mihraba yakın olmak istemedi. İzlenmek istemiyordu. Birini izlemek de istemiyordu. Minbere de yakın olmak istemedi. Vaaz dinlemekten de vaaz etmekten de uzaktı. Mihrabın sol yanında, caminin ortasındaki bir sütunun dibine oturdu. Gözlerini kapattı. “Koşmak istemiyorum” dedi kendi kendine. “Hiçbir yerde olmak istemiyorum. Hiçbir yere gitmek istemiyorum. Hiçbir şey olmak istemiyorum.” Başkaca şeyler de dedi. Bir süreliğine de olsa bedeninden kurtulmak istiyordu. Onu hissetmemek… Onsuz da var olabilmek… Ya da sadece çok darlanmıştı.  

“Tıkk, tıkk, tıkk…”

Gözlerini açtı. Başını kaldırdı. Önünde oturduğu sütunda asılı duran, abartılı büyüklükteki, dikdörtgen ahşap bir çerçevenin içine yerleştirilmiş elektronik mekanizmalı saati gördü. Ayağa kalktı. Bir an önce dışarı çıkmak istiyordu. Ama hızlı hareket ederse görecek birilerinin kaçtığını sanmasından korktuğu için ağır adımlar atmaya çalışarak sokağa yöneldi. Ayakkabılarını ayağına geçirip sürükleye sürükleye giyinirken sokağa attı kendini. Sokağa çıkmasıyla beraber, cami kapısının karşısındaki duvarın dibindeki taburede oturan adam ayağa kalkıp ona doğru gelmeye başladı. Kamburlaşmış vücudunu sağına doğru yatırıp sağ elini ona doğru uzattı: “Allah kabul etsin, Allah rızası için.”  Başında bir zamanlar beyaz olduğu belli olan takkesi, uzun yıllardır giyildiği diz ve dirseklerindeki parlamadan belli olan fıstık yeşili üzerine koyu yeşil çizgili, yelekli takım elbisesi, kısa paçalarının altından görülen derby lastik içine giydiği mesti ile buralara ait olmayan biri gibiydi.
“Amca sen bu caminin imamını tanıyor musun?” dedi; ciddi bir meseleyle ilgili konuşacağını hissettiren kararlı bir ses tonuyla.
“Tanıyorum?” dedi adam.
“Ona söyle o saati oradan kaldırsın!”

*Bulutsuzluk Özlemi

Mahir Özkan

Ekim 2015