“beynim zonkluyor, beynim zonkluyor
olayların akışı, olayların akışı, beni takmıyor
cak cak cak, ding dong dong, tik tak tak
saatin sesi nasıl kızmam*”
“Tik tak ya da ding dongdan daha sinir bozucu” diye düşündü. Bir sese,
bir sözcüğe her takıldığında diline bir şarkı düşer, gün boyu da ayrılmazdı
peşinden. Diline takılanı mırıldanarak deniz kenarlarını, dağ başlarını,
bulutların üzerini, neşeli günlerini dolanırdı hep. Bu defa öyle olmadı. Çünkü
gerçekten beyni zonkluyordu. Yalandan bir soru buldu kendine: “Saatler tik tak
mı, ding dong mu, tıkk tıkk mı yapar? Belki eskiden tik tak yapıyorlardı ama
artık elektronik mekanizmalar var. Her saniye aynı sesi çıkarıyor. Tıkk, tıkk,
tıkk… Off! Kimin umurunda saatin çıkardığı ses? Öldüğümü hatırlatmasa. Öldüğümü
mü hatırlatıyor? Koştuğumu mu? Koşu mu? Evet koşu. Koşu bandında!”
Gülümsedi. Koşu bandı benzetmesi hoşuna gitmişti. İfade edilişindeki
güzellik; acının, olduğundan daha derin duyulmasına neden oluyordu. Bir yanıyla
da ayıltıcıydı. Estetiğin sağaltıcı gücü acının en derinini duyururken bile uç
verebiliyordu.
“ Bırak bunları! Tutunacak dal
arıyorsun kendine.” dedi. Sonra da “Niye aramayayım ki” diye yanıtladı kendini.
Odanın içini dolduran sesin kaynağı olan saate baktı. Pilini çıkarmayı düşündü.
Vazgeçti. Kolundaki saate baktı. Çıkardı. Üzerinde yeni çıkmış iki ucuz
edebiyat dergisi, kahvaltıdan kalma tava, çay bardağı, tv kumandası, peçete
niyetine kullanılan tuvalet kağıdı, bardağın altına hiç konmayan bir bardak
altlığı, akşamdan kalma çerez kasesi ve baş parmakla işaret parmağı arasında
yuvarlana yuvarlana grileşmiş ekmek içi bulunan sehpanın üzerine bıraktı.
Dışarı çıktı.
Yürüdü. Edirnekapı kavşağına
gelince sahile doğru inen Savaklar Caddesi’ne geçti. Mısır Tarlası
Mezarlığı’nın yanından ağır ağır aşağı doğru inmeye başladı. Halk Ekmek
fabrikasının önüne gelince Rum Mezarlığı’nın olduğu tarafa geçti. Mezar
taşlarına baktı. Üzerlerindeki yazıları okumaya çalıştı. Bazı isimlere kısa
hayat hikayeleri yazdı. Öldükleri yaşlara ve cinsiyetlerine göre ölüm sebepleri
uydurdu.
Rum Mezarlığı’nı geçtikten sonra
ana yolu terk edip ara sokaklardan sahile inmeye karar verdi. Sur Dibi
Mezarlığı’nı ikiye bölen Eğrikapı Caddesi’nden sur içine yöneldi. Yeşil
pantolonunun paçalarını siyah çoraplarının içine sokmuş, yakası kürklü gocuğu,
başında beyaz takkesi ve elinde tespihiyle mermer levhasında Hz. Abdussadık
Amir İbn-i Same yazan türbenin dibine çökmüş tatar yüzlü adama selam verdi.
Adam başını sallayarak ve içine kaçan bir sesle, “Aleyküm selam” dedi. Türbenin
turuncu, yeşil, pembe, kahverengi tespihlerin asılı olduğu yeşil
parmaklıklarına yaklaştı. Mezarın iki ucundaki yeşil taşlarda yazan Arap harfli
kelimeleri güç bela okumaya çalıştı. Yüzünde sakal niyetine bırakılmış üç beş
tane uzamış tüyden gayrısı olmayan tatar yüzlü adam avucunu uzatıp, “Allah
niyetini kabul etsin” dedi. Adama dönüp bakmadan, “Sağ olasın” deyip yürümeye
devam etti.
Hz. Haceti Hafir Türbesini geçip
ancak bir arabanın sığacağı dar yoldan sur içine girdi. Sur içine girer girmez
sağında Kesikbaş ve Derviş Molla Muhammed Türbesi’ni gördü. Türbe, üzerindeki
yeni yapılmış yeşil boyası sayesinde karşısındaki iki katlı, bazı camları
kırık, bazılarına şeffaf naylon çakılmış, yarı ahşap, cumbalı ev gibi terk
edilmiş görüntüsü vermiyordu. O kadar kötü boyanmıştı ki içinden, “Keşke terk
edilseymiş” diye geçirdi. Sonra evin o hali “yaşam terk edilmiş ama ölüm terk
edilememiş” diye düşündürdü.
Yürümeye devam etti. Soldan
aşağıya inen Kandilli Türbe sokağına girmeyi düşündü. Yokuşa bakıp vazgeçti. Az
ileride, küçük meydanın sağında, önündeki ağacın gölgesine birkaç masa atılmış
küçük bir kahvehane vardı. Kahvehanede oturup bir çay içmeyi düşündü. Masaların
solunda ünlü bir markanın reklam şemsiyesinin altındaki dondurma dolabını
gördü. Çaydan caydı. Yürümeye devam etti. Arkasındaki küçük bahçenin iki büyük çınarının
gölgesine sığınmış gibi duran, boyaları dökülmüş, üzerine yapıştırılıp sökülen
afişlerin bıraktığı rengarenk kargaşa, bir kısmı dökülmüş kiremitleri ve canlılık
belirtisi veren tek şeyi, yeni boyanmış kırmızı kapısı olan evin önünde,
bebeğini kucaklamış bir adam, küçücük bir taburede oturuyordu. Geçerken selam vermeyi düşündüğü adam, “Aloo!
Al şu çocuğu, geç kaldım!” diye seslendi, kırmızı boyalı kapıdan içeri.
Kapıdan kimsenin çıkıp
çıkmadığına bakmadan ve selam vermeden ilerledi. Solundaki sokağın başında
durdu. Bir çıkmaz sokaktı. Sokağın sonundaki duvarın üzerinden deniz
görünüyordu. Duvarın hemen ardındaki ağaçların kökleri denizin içindeymiş
duygusu uyandırıyordu. Sokağın içinde duvarları uydu antenleriyle kaplı, ahşap cumbalı,
iki katlı yığma tuğladan bir ev vardı. Bu evin hemen yanı başında çatısının
üzeri asmayla kaplı, tek katlı, iki göz briket bir kondu vardı. Kondunun
çatısından karşısındaki elektrik direğine gerilmiş ve ortasından bir sırıkla
desteklenmiş ipin üzerinde, pembeli beyazlı, mavili grili havlular ve yıpranmış
bir çarşaf asılıydı.
Sokağa girip manzarayı izleme
isteğini kovaladı. Dervişzade Sokak’tan sahile yürümeye devam etti. Mahallenin
eski halini düşünmeye çalıştı. Yıkık evleri onardı. Sokaklarında gezenleri,
cumbalarından sokağı seyredenleri canlandırdı. Ön tarafı sac levhalarla
kapatılmış yıkık bir evin hemen yanında gerçekten de yenilenmiş, ahşap
giydirilmiş cumbalıyı gördü. Ahşap kaplamasının rengi ve dokusu düşündüğü
zamanları hatırlatıyordu. Dudağının kenarında ahşap cumbada yudumladığı
kahvenin verdiği tat, ahşap görünümlü pvc pencereleri ve demir parmaklık
ardındaki kasa kapısı duygusu veren çelik kapıyı görünce acılaştı.
Ortasında tarihi çeşme bulunan üç
yola gelene kadar etrafına hiç bakmadı. Kazasker İvaz Efendi Camii’nin önündeki
beşgen çeşmede bir tane bile musluk yoktu. Camiye bakan yüzünde, üzerine
yazılmış yazıları kapatan beyaz badana ve onun üzerine yazılanları kapatmak için
kullanılmış olan pembe boya vardı. Buna karşın henüz üzeri boyanmamış olan
“2310 KG” ve “EĞRİKAPI” yazıları okunuyordu. Camiye yöneldi. Caminin, binaların
arasında kalmasından sonra yapıldığı belli olan küçük nizamiyesi üzerindeki
mermer levhada “Kazasker İvaz Efendi Camii, İmari 1585, Mimari Mimar SİNAN”
yazıyordu. Bahçesindeki mezarların yanında, ağaçların altında oturmak istedi.
Cami restorasyon nedeniyle kapalıydı. Avludan el arabasıyla hafriyat taşıyan
işçilerin sesleri geliyordu.
Haliç’e doğru alçalmaya başlayan
yolun solunda Anemas Zindanları, sağında Emir Buhari Tekkesi bulunuyordu.
Anemas Zindanları’nda da restorasyon vardı. İçeri bakmaya çalıştı ama hiçbir
şey göremedi. İnşaat alanını çevreleyen sunta blokların üzerinde eseri tanıtan
yazı ve krokiler vardı. Bir süre bunları inceledi. “Zamana dayanabilmenin bir
yolu olmalı” diye düşündü. “Taş!” dedi kendi kendine. Sonra, “Ne önemi var ki,
zamana dayanabilmiş olmanın bilincine sahip olamadıktan sonra. En güzeli teslim
olmak! Zamanın dışına çıkmak ancak ona kayıtsızlıkla mümkün”
Yokuşun sonuna, “Ayvansaray
Kentsel Yenileme Projesi” inşaatının olduğu köşeye geldi. Proje ile eski
Ayvansaray evleri gibi görünsün diye ahşap giydirilmiş betonarme evler yapılıyordu.
Tabi alt katları dükkanlarla donatılmış olarak.
Sırtını bu yenileme projesine
dönüp nizamiyesinin mermer alınlığında, “Panayia Vlaherna Ayazması Meryem Ana”
yazılı demir kapıya yöneldi. Ayazmanın yüksek duvarlarının üzerinde askeri
alanlar gibi dikenli teller vardı. Bir ayazmanın duvarlarının bu kadar yüksek
ve duvarlarının üzerinde dikenli teller olmasına şaşırmadı. Kapıdan içeriye
doğru giden iki yanı beş sıra küçük tuğla ile işlenmiş genişçe bir yol vardı.
Yolun iki yanı, çeşitli süs bitkileri ve ağaçlarla, yeşil alan olarak
düzenlenmişti. Yolda ilerledi. Yolun tam karşısında ve sağında iki bina vardı.
Karşıdaki binaya doğru ilerlerken, sağdaki binanın önünde gölgeye çıkarılmış
iki masada beş altı kişinin oturduğunu fark etti. Kırklı yaşlarının üzerinde
görünen kadınlı erkekli grup kaçamak gözlerle ona doğru bakıyorlardı. Ama
baktıklarını belli etmemeye çalışıyorlardı. Belki ona öyle geliyordu. İnsanları
huzursuz etmiş hissetti kendini. Kaçıyormuş gibi görünmekten korktuğu için
yavaş hareket etmeye çalışarak geri dönüp dışarı çıktı.
Ayvansaray Kuyusu sokağından
sahil yoluna inmek yerine hemen sağa dönmek istedi. Mustafa Paşa Bostanı
sokağına döndü. Sokağın girişinde tek koltuklu bir berber dükkanının önünde tekerlekli
sandalyeli müşterisini tıraş eden berberle göz göze geldiler. Başıyla selam
verdi. “Aleyküm selam” dedi berber. Adam
bu selama şaşırmış görünüyordu. Arkasından baktığına emindi. Ama bakıp kontrol
etmesi mümkün değildi. Adımlarını hızlandırdı. Yine kaçıyordu. Yine kaçtığının
belli olmasından korkuyordu. Sağa giren sokağın başında Hz. EBU ZER EL ĞİFARİ
tabelasını gördü. Geçti. Sola dönüp Çember sokağa girdi, sahile inmek için.
Sokağın ortasındaki HAZRETİ CABİR CAMİİ’nin önüne geldi. İşlemeli, ahşap
kanatlı kapısının bir kanadı açıktı. Kapının iki yanında, kapının üzerindeki
sonradan eklenmiş gibi duran ahşap bölümü destekleyen mermer sütunlar vardı.
Sütunların arasından içeri süzüldü. İçeride kimse görünmüyordu. Ayakkabılarını
çıkarıp ayakkabılığa yerleştirdi. Girişten itibaren ahşap döşemelerin ve halı
zeminin yumuşaklığının etkisi altına girmişti. Takip edildiği ve huzursuzluk
verdiği düşüncesinden kaynaklanan rahatsızlıktan kurtulması için, içeride
kimsenin olmadığından emin olması gerekti. İçeriye göz gezdirdi. Dinledi. Kimse
yoktu.
Harim, kırmızı süslemeleri olan
yeşil tonlarının hakim olduğu halılarla kaplıydı. Minberin yanında duvar
dibinde yere bırakılmış tespihler vardı. Mihraba yakın olmak istemedi. İzlenmek
istemiyordu. Birini izlemek de istemiyordu. Minbere de yakın olmak istemedi.
Vaaz dinlemekten de vaaz etmekten de uzaktı. Mihrabın sol yanında, caminin
ortasındaki bir sütunun dibine oturdu. Gözlerini kapattı. “Koşmak istemiyorum”
dedi kendi kendine. “Hiçbir yerde olmak istemiyorum. Hiçbir yere gitmek
istemiyorum. Hiçbir şey olmak istemiyorum.” Başkaca şeyler de dedi. Bir
süreliğine de olsa bedeninden kurtulmak istiyordu. Onu hissetmemek… Onsuz da
var olabilmek… Ya da sadece çok darlanmıştı.
“Tıkk, tıkk, tıkk…”
Gözlerini açtı. Başını kaldırdı. Önünde
oturduğu sütunda asılı duran, abartılı büyüklükteki, dikdörtgen ahşap bir
çerçevenin içine yerleştirilmiş elektronik mekanizmalı saati gördü. Ayağa
kalktı. Bir an önce dışarı çıkmak istiyordu. Ama hızlı hareket ederse görecek
birilerinin kaçtığını sanmasından korktuğu için ağır adımlar atmaya çalışarak
sokağa yöneldi. Ayakkabılarını ayağına geçirip sürükleye sürükleye giyinirken
sokağa attı kendini. Sokağa çıkmasıyla beraber, cami kapısının karşısındaki
duvarın dibindeki taburede oturan adam ayağa kalkıp ona doğru gelmeye başladı.
Kamburlaşmış vücudunu sağına doğru yatırıp sağ elini ona doğru uzattı: “Allah
kabul etsin, Allah rızası için.” Başında
bir zamanlar beyaz olduğu belli olan takkesi, uzun yıllardır giyildiği diz ve
dirseklerindeki parlamadan belli olan fıstık yeşili üzerine koyu yeşil çizgili,
yelekli takım elbisesi, kısa paçalarının altından görülen derby lastik içine
giydiği mesti ile buralara ait olmayan biri gibiydi.
“Amca sen bu caminin imamını
tanıyor musun?” dedi; ciddi bir meseleyle ilgili konuşacağını hissettiren
kararlı bir ses tonuyla.
“Tanıyorum?” dedi adam.
“Ona söyle o saati oradan
kaldırsın!”
*Bulutsuzluk Özlemi
Mahir Özkan
Ekim 2015