(Agos Gazetesi'nin kitapkirk ekinin Kasım 2015 tarihli 84. sayısında yayınlanan, Aras Yayınları'ndan çıkmış, Apraham Kasapyan'ın Kaç Kişisiniz Boğos Efendi? adlı hatıratı üzerine yazdığım yazı)
Editörü Rober Koptaş’ın ‘gerçek
survivor’, Ermenicesiyle verabroğ olarak
tanımladığı Apraham Kasapyan’ın hatıratı sarsıcı bir kitap. Tanık olduklarının
korkunçluğundan kaynaklanmıyor sarsıcılığı. Aslında kendisinin de bu
manzaraları sarsıcı bir biçimde tasvir etmek gibi bir derdi yok. O, bu işi
Victor Hugo veya Aleksander Dumas gibi yazabilen yazarlara bırakıyor. Onun gücü
yalınlığından ve sahiciliğinden geliyor. En korkunç olayları anlatırken bile ajitasyonun
izine rastlamıyorsunuz. Bu derece yalın bir anlatımın insan olma hallerinin karmaşık
ve farklı biçimlerini bu zenginlikte önümüze koyabilmiş olması hayranlık
uyandırıcı.
‘Yaşayanların vakti yok ki…’
Hatıratın daha ilk satırlarında
Apraham Kasapyan ile kişisel bir bağ kurduğumu belirtmeliyim. Kasapyan; “Bu
devirde, yaşlı, dünyaya veda etmekte olan bir adamın hayatını, onu çok sevenler
bile okumaz, biliyorum. Yaşayanların vakti yok ki ölmekte olanın hayatıyla
ilgilensinler.” diyerek başlıyor; “İnsanlar unutulmaya mahkumlar. Kaldı ki
bunun bir günah olduğu da söylenemez.” diyor ve “Bunun bir suç olduğunu bile
bile hayatım boyunca çalıştım.” diyerek devam ediyor. Sadece bu giriş cümleleri
bile insana ilişkin temel tartışmaları yapmış, yaşamış ve dinginleşmiş bir bilinçle
karşı karşıya olduğumuza işaret ediyor. Anlatının gücünün ve sarsıcılığının
aynı zamanda bundan kaynaklanmış olduğunu söylemek yanlış olmaz.
Soykırım ve katliam anlatılarının
belki de anlatılan olayların günlük yaşam için ‘aşırı’ olmasından kaynaklanan
bir tehlike taşıdıklarını düşünürüm. Bu cürümlere maruz kalan insanları ve yer
yer bu cürümlerin faillerini nesneleştiren bir etki yaratır bu anlatılar. Ölme
ve öldürme ilişkisi o kadar öne çıkar ki kendisinden başka hiçbir şeye yer
kalmaz anlatıda. Böylelikle bu yaşananlar adeta insani bir durum olmaktan
uzaklaşır. Her türlü yaşamda kalma çabasının, yaşatma çabasının, kurban ve
faillerin kendi içlerindeki farklı tutumların silinmesine yol açar. Tek biçimde
eyleyen kurbanlar ve tek biçimde eyleyen failler kalır geriye. Kasapyan’ın
anlatısı ise failleri ve kurbanlarıyla yaşamın olağan zenginliği içindeki
insanları ortaya koyuyor. Aslında
böylece insanların yaşananlar üzerindeki etkilerinin olanaklarının ve
sınırlarının nerelere varabileceğini göstererek siyasal otoritenin iradesi ve
sorumluluğuna işaret etmiş oluyor.
1902’ den 1969’a
Kitapta Kasapyan, doğduğu 1902
yılından hatıratı yazdığı 1969 yılına kadar süren mücadele içinde geçmiş bir
ömürden insan hikayelerini anlatıyor. Kilis Kaymakamı Ali İhsan Bey’in yardımı
sayesinde ölümden dönüyorlar. Bazı akrabaları yardım isteklerini belki de kendi
geleceklerine güvenemedikleri için geri çeviriyorlar. Sürgün yollarında
köylerden mal alıp, kamplarda satanlar, dilencilik yapanlar, yapmayı kendine
yediremeyenler, rüşvet alan memurlar, parası olduğu için kurtulabilenler, kaçak
gezenler oluyor. Yetim bir kızı, oğluyla evlendirmek isteyenler ama adını
değiştirmeyenler oluyor. Sürgün yollarında yitirilen akrabalar oluyor. Ölümün
bir çeşit kurtuluş olduğu düşünülebiliyor. Bu yüzden ölenlerinin arkasından
ağlayamayan insanlar oluyor.
Ölümden döndükten sonraki yıllar
da çok kolay geçmiyor Kasapyan için. Yine canlı bir yaşam mücadelesi tablosu
var. İş öğrenmeye çabalıyor. Birçok denemede bulunuyor. Fransa’ya çalışmaya gidiyor.
Avrupa’dan dönüyor. Oradan döndüğü zaman arkadaşları ona kızıyor ama sonradan
yaşadıklarıyla onlara hak veriyor. Ortaklıklar kuruyor, bozuyor. İşini
büyütmeye çalışıyor. Tam işlerini yoluna koyduğunu düşündüğü zamanlarda yeni
çilelerle baş başa buluyor kendini. Ama her seferinde yeniden ayağa kalkmasını
biliyor.
Tekirdağ’dan Tehcir ve Bitmeyen
Soykırım
Kasapyan’ın hatıratı soykırımla
ilgili bazı gerçekleri yeniden hatırlamama neden oluyor. Mesela tehcir kararına
gerekçe olarak sürekli “doğu cephesinde düşmanla işbirliği yapan Ermeniler”
argümanı kullanılır. Oysa Kasapyan ailesi o zamanlar nüfusunun önemli bir
bölümü Ermeni olan Tekirdağ’da yaşamaktadır. Sürgün hattı
Tekirdağ-İstanbul-İzmit-Bilecik-Konya-Pozantı-Tarsus-Osmaniye-İslahiye-Aziziye-Kilis
yoludur. Yani batıdan doğuya doğrudur. Bu durum aslında kitapta bir dipnotla
verilen Ali İhsan Bey’in mahkeme tanıklığının da işaret ettiği gibi ‘kastın’
başka bir şey olduğunu açıkça gösteriyor.
Hatırladığım başka bir şey ise soykırımın
Cumhuriyet tarihi boyunca farklı yüzleriyle devam etmiş olduğu gerçeği. 20 Sınıf
Nafıa Askerliği, Varlık Vergisi, 6-7 Eylül ve bazıları günümüzde de devam eden
daha birçok uygulama aslında soykırımın bir süreç olduğunu düşündürtüyor. Zaven
Biberyan’ın fevkalade eseri ‘Babam Aşkale’ye Gitmedi’ de anlattıklarını
hatırlıyorum, Kasapyan’ın anılarını okurken. Orada gördüğüm tabloya göre
Kasapyan’ın dirayetine şapka çıkarıyorum.
Bu devamlılığın kendi yaşamımdaki
izlerini sürüyorum. Annemin, Müslüman Hemşinli olmamıza ve sürgüne muhatap
olmamış olmamıza rağmen ilk gençlik yıllarımdaki Ermenilikle ilgili ısrarlı
sorularım karşısında “Kena emmen dağ Ermeni im asa u kezi gedrin – git her
yerde Ermeniyim de de seni kessinler” demesi aklıma geliyor. Kasapyan’ın
hatıratının günümüze kadar susmuş olmasıyla annemin korkusu arasındaki
akrabalık bana konuşmaktan başka çaremiz olmadığını hatırlatıyor.
Şimdi Konuşma Zamanı
Bugün bir yandan soykırım
mağdurlarının hikayelerinin konuşulmaya başlandığı, öte yandan sınırlı da olsa toplumun
geçmişle yüzleşmesine dönük çabaların ortaya konduğu günlerdeyiz. Belki de
Kasapyan’ın hatıratının ortaya çıkması da bu sayede mümkün olabildi. Öte yandan
yeniden ülkenin bir yanı ateşler içinde yanarken bir yanında kayıtsızlık
sürüyor. Bütün bunlar bir daha olmaz dediğimiz şeylerin gerçekten olmamasının
bizim buna izin vermememizle mümkün olabileceğini hatırlatıyor.
Çocukluğuyla ilgili ilk hatırası
1908 yılındaki Hürriyet Günü’ne dair olan Kasapyan, “Bu satırları kimsenin
okumayacağını çok iyi biliyorum” diyerek bitiriyor kitabını. Okunmayacak
denenleri okumaya başladığımıza göre hürriyet günlerini de geleceğe taşımanın
vakti gelmiş demektir.
Mahir Özkan
Kasım 2015