28 Aralık 2015 Pazartesi

Saat Sesi



“beynim zonkluyor, beynim zonkluyor
olayların akışı, olayların akışı, beni takmıyor
cak cak cak, ding dong dong, tik tak tak
saatin sesi nasıl kızmam*”

“Tik tak ya da ding dongdan daha sinir bozucu” diye düşündü. Bir sese, bir sözcüğe her takıldığında diline bir şarkı düşer, gün boyu da ayrılmazdı peşinden. Diline takılanı mırıldanarak deniz kenarlarını, dağ başlarını, bulutların üzerini, neşeli günlerini dolanırdı hep. Bu defa öyle olmadı. Çünkü gerçekten beyni zonkluyordu. Yalandan bir soru buldu kendine: “Saatler tik tak mı, ding dong mu, tıkk tıkk mı yapar? Belki eskiden tik tak yapıyorlardı ama artık elektronik mekanizmalar var. Her saniye aynı sesi çıkarıyor. Tıkk, tıkk, tıkk… Off! Kimin umurunda saatin çıkardığı ses? Öldüğümü hatırlatmasa. Öldüğümü mü hatırlatıyor? Koştuğumu mu? Koşu mu? Evet koşu. Koşu bandında!”

Gülümsedi. Koşu bandı benzetmesi hoşuna gitmişti. İfade edilişindeki güzellik; acının, olduğundan daha derin duyulmasına neden oluyordu. Bir yanıyla da ayıltıcıydı. Estetiğin sağaltıcı gücü acının en derinini duyururken bile uç verebiliyordu.

“ Bırak bunları! Tutunacak dal arıyorsun kendine.” dedi. Sonra da “Niye aramayayım ki” diye yanıtladı kendini. Odanın içini dolduran sesin kaynağı olan saate baktı. Pilini çıkarmayı düşündü. Vazgeçti. Kolundaki saate baktı. Çıkardı. Üzerinde yeni çıkmış iki ucuz edebiyat dergisi, kahvaltıdan kalma tava, çay bardağı, tv kumandası, peçete niyetine kullanılan tuvalet kağıdı, bardağın altına hiç konmayan bir bardak altlığı, akşamdan kalma çerez kasesi ve baş parmakla işaret parmağı arasında yuvarlana yuvarlana grileşmiş ekmek içi bulunan sehpanın üzerine bıraktı. Dışarı çıktı.
Yürüdü. Edirnekapı kavşağına gelince sahile doğru inen Savaklar Caddesi’ne geçti. Mısır Tarlası Mezarlığı’nın yanından ağır ağır aşağı doğru inmeye başladı. Halk Ekmek fabrikasının önüne gelince Rum Mezarlığı’nın olduğu tarafa geçti. Mezar taşlarına baktı. Üzerlerindeki yazıları okumaya çalıştı. Bazı isimlere kısa hayat hikayeleri yazdı. Öldükleri yaşlara ve cinsiyetlerine göre ölüm sebepleri uydurdu.

Rum Mezarlığı’nı geçtikten sonra ana yolu terk edip ara sokaklardan sahile inmeye karar verdi. Sur Dibi Mezarlığı’nı ikiye bölen Eğrikapı Caddesi’nden sur içine yöneldi. Yeşil pantolonunun paçalarını siyah çoraplarının içine sokmuş, yakası kürklü gocuğu, başında beyaz takkesi ve elinde tespihiyle mermer levhasında Hz. Abdussadık Amir İbn-i Same yazan türbenin dibine çökmüş tatar yüzlü adama selam verdi. Adam başını sallayarak ve içine kaçan bir sesle, “Aleyküm selam” dedi. Türbenin turuncu, yeşil, pembe, kahverengi tespihlerin asılı olduğu yeşil parmaklıklarına yaklaştı. Mezarın iki ucundaki yeşil taşlarda yazan Arap harfli kelimeleri güç bela okumaya çalıştı. Yüzünde sakal niyetine bırakılmış üç beş tane uzamış tüyden gayrısı olmayan tatar yüzlü adam avucunu uzatıp, “Allah niyetini kabul etsin” dedi. Adama dönüp bakmadan, “Sağ olasın” deyip yürümeye devam etti.
Hz. Haceti Hafir Türbesini geçip ancak bir arabanın sığacağı dar yoldan sur içine girdi. Sur içine girer girmez sağında Kesikbaş ve Derviş Molla Muhammed Türbesi’ni gördü. Türbe, üzerindeki yeni yapılmış yeşil boyası sayesinde karşısındaki iki katlı, bazı camları kırık, bazılarına şeffaf naylon çakılmış, yarı ahşap, cumbalı ev gibi terk edilmiş görüntüsü vermiyordu. O kadar kötü boyanmıştı ki içinden, “Keşke terk edilseymiş” diye geçirdi. Sonra evin o hali “yaşam terk edilmiş ama ölüm terk edilememiş” diye düşündürdü.

Yürümeye devam etti. Soldan aşağıya inen Kandilli Türbe sokağına girmeyi düşündü. Yokuşa bakıp vazgeçti. Az ileride, küçük meydanın sağında, önündeki ağacın gölgesine birkaç masa atılmış küçük bir kahvehane vardı. Kahvehanede oturup bir çay içmeyi düşündü. Masaların solunda ünlü bir markanın reklam şemsiyesinin altındaki dondurma dolabını gördü. Çaydan caydı. Yürümeye devam etti. Arkasındaki küçük bahçenin iki büyük çınarının gölgesine sığınmış gibi duran, boyaları dökülmüş, üzerine yapıştırılıp sökülen afişlerin bıraktığı rengarenk kargaşa, bir kısmı dökülmüş kiremitleri ve canlılık belirtisi veren tek şeyi, yeni boyanmış kırmızı kapısı olan evin önünde, bebeğini kucaklamış bir adam, küçücük bir taburede oturuyordu.  Geçerken selam vermeyi düşündüğü adam, “Aloo! Al şu çocuğu, geç kaldım!” diye seslendi, kırmızı boyalı kapıdan içeri.

Kapıdan kimsenin çıkıp çıkmadığına bakmadan ve selam vermeden ilerledi. Solundaki sokağın başında durdu. Bir çıkmaz sokaktı. Sokağın sonundaki duvarın üzerinden deniz görünüyordu. Duvarın hemen ardındaki ağaçların kökleri denizin içindeymiş duygusu uyandırıyordu. Sokağın içinde duvarları uydu antenleriyle kaplı, ahşap cumbalı, iki katlı yığma tuğladan bir ev vardı. Bu evin hemen yanı başında çatısının üzeri asmayla kaplı, tek katlı, iki göz briket bir kondu vardı. Kondunun çatısından karşısındaki elektrik direğine gerilmiş ve ortasından bir sırıkla desteklenmiş ipin üzerinde, pembeli beyazlı, mavili grili havlular ve yıpranmış bir çarşaf asılıydı.

Sokağa girip manzarayı izleme isteğini kovaladı. Dervişzade Sokak’tan sahile yürümeye devam etti. Mahallenin eski halini düşünmeye çalıştı. Yıkık evleri onardı. Sokaklarında gezenleri, cumbalarından sokağı seyredenleri canlandırdı. Ön tarafı sac levhalarla kapatılmış yıkık bir evin hemen yanında gerçekten de yenilenmiş, ahşap giydirilmiş cumbalıyı gördü. Ahşap kaplamasının rengi ve dokusu düşündüğü zamanları hatırlatıyordu. Dudağının kenarında ahşap cumbada yudumladığı kahvenin verdiği tat, ahşap görünümlü pvc pencereleri ve demir parmaklık ardındaki kasa kapısı duygusu veren çelik kapıyı görünce acılaştı.

Ortasında tarihi çeşme bulunan üç yola gelene kadar etrafına hiç bakmadı. Kazasker İvaz Efendi Camii’nin önündeki beşgen çeşmede bir tane bile musluk yoktu. Camiye bakan yüzünde, üzerine yazılmış yazıları kapatan beyaz badana ve onun üzerine yazılanları kapatmak için kullanılmış olan pembe boya vardı. Buna karşın henüz üzeri boyanmamış olan “2310 KG” ve “EĞRİKAPI” yazıları okunuyordu. Camiye yöneldi. Caminin, binaların arasında kalmasından sonra yapıldığı belli olan küçük nizamiyesi üzerindeki mermer levhada “Kazasker İvaz Efendi Camii, İmari 1585, Mimari Mimar SİNAN” yazıyordu. Bahçesindeki mezarların yanında, ağaçların altında oturmak istedi. Cami restorasyon nedeniyle kapalıydı. Avludan el arabasıyla hafriyat taşıyan işçilerin sesleri geliyordu.
Haliç’e doğru alçalmaya başlayan yolun solunda Anemas Zindanları, sağında Emir Buhari Tekkesi bulunuyordu. Anemas Zindanları’nda da restorasyon vardı. İçeri bakmaya çalıştı ama hiçbir şey göremedi. İnşaat alanını çevreleyen sunta blokların üzerinde eseri tanıtan yazı ve krokiler vardı. Bir süre bunları inceledi. “Zamana dayanabilmenin bir yolu olmalı” diye düşündü. “Taş!” dedi kendi kendine. Sonra, “Ne önemi var ki, zamana dayanabilmiş olmanın bilincine sahip olamadıktan sonra. En güzeli teslim olmak! Zamanın dışına çıkmak ancak ona kayıtsızlıkla mümkün”
Yokuşun sonuna, “Ayvansaray Kentsel Yenileme Projesi” inşaatının olduğu köşeye geldi. Proje ile eski Ayvansaray evleri gibi görünsün diye ahşap giydirilmiş betonarme evler yapılıyordu. Tabi alt katları dükkanlarla donatılmış olarak.

Sırtını bu yenileme projesine dönüp nizamiyesinin mermer alınlığında, “Panayia Vlaherna Ayazması Meryem Ana” yazılı demir kapıya yöneldi. Ayazmanın yüksek duvarlarının üzerinde askeri alanlar gibi dikenli teller vardı. Bir ayazmanın duvarlarının bu kadar yüksek ve duvarlarının üzerinde dikenli teller olmasına şaşırmadı. Kapıdan içeriye doğru giden iki yanı beş sıra küçük tuğla ile işlenmiş genişçe bir yol vardı. Yolun iki yanı, çeşitli süs bitkileri ve ağaçlarla, yeşil alan olarak düzenlenmişti. Yolda ilerledi. Yolun tam karşısında ve sağında iki bina vardı. Karşıdaki binaya doğru ilerlerken, sağdaki binanın önünde gölgeye çıkarılmış iki masada beş altı kişinin oturduğunu fark etti. Kırklı yaşlarının üzerinde görünen kadınlı erkekli grup kaçamak gözlerle ona doğru bakıyorlardı. Ama baktıklarını belli etmemeye çalışıyorlardı. Belki ona öyle geliyordu. İnsanları huzursuz etmiş hissetti kendini. Kaçıyormuş gibi görünmekten korktuğu için yavaş hareket etmeye çalışarak geri dönüp dışarı çıktı.

Ayvansaray Kuyusu sokağından sahil yoluna inmek yerine hemen sağa dönmek istedi. Mustafa Paşa Bostanı sokağına döndü. Sokağın girişinde tek koltuklu bir berber dükkanının önünde tekerlekli sandalyeli müşterisini tıraş eden berberle göz göze geldiler. Başıyla selam verdi. “Aleyküm selam” dedi berber.   Adam bu selama şaşırmış görünüyordu. Arkasından baktığına emindi. Ama bakıp kontrol etmesi mümkün değildi. Adımlarını hızlandırdı. Yine kaçıyordu. Yine kaçtığının belli olmasından korkuyordu. Sağa giren sokağın başında Hz. EBU ZER EL ĞİFARİ tabelasını gördü. Geçti. Sola dönüp Çember sokağa girdi, sahile inmek için. Sokağın ortasındaki HAZRETİ CABİR CAMİİ’nin önüne geldi. İşlemeli, ahşap kanatlı kapısının bir kanadı açıktı. Kapının iki yanında, kapının üzerindeki sonradan eklenmiş gibi duran ahşap bölümü destekleyen mermer sütunlar vardı. Sütunların arasından içeri süzüldü. İçeride kimse görünmüyordu. Ayakkabılarını çıkarıp ayakkabılığa yerleştirdi. Girişten itibaren ahşap döşemelerin ve halı zeminin yumuşaklığının etkisi altına girmişti. Takip edildiği ve huzursuzluk verdiği düşüncesinden kaynaklanan rahatsızlıktan kurtulması için, içeride kimsenin olmadığından emin olması gerekti. İçeriye göz gezdirdi. Dinledi. Kimse yoktu.

Harim, kırmızı süslemeleri olan yeşil tonlarının hakim olduğu halılarla kaplıydı. Minberin yanında duvar dibinde yere bırakılmış tespihler vardı. Mihraba yakın olmak istemedi. İzlenmek istemiyordu. Birini izlemek de istemiyordu. Minbere de yakın olmak istemedi. Vaaz dinlemekten de vaaz etmekten de uzaktı. Mihrabın sol yanında, caminin ortasındaki bir sütunun dibine oturdu. Gözlerini kapattı. “Koşmak istemiyorum” dedi kendi kendine. “Hiçbir yerde olmak istemiyorum. Hiçbir yere gitmek istemiyorum. Hiçbir şey olmak istemiyorum.” Başkaca şeyler de dedi. Bir süreliğine de olsa bedeninden kurtulmak istiyordu. Onu hissetmemek… Onsuz da var olabilmek… Ya da sadece çok darlanmıştı.  

“Tıkk, tıkk, tıkk…”

Gözlerini açtı. Başını kaldırdı. Önünde oturduğu sütunda asılı duran, abartılı büyüklükteki, dikdörtgen ahşap bir çerçevenin içine yerleştirilmiş elektronik mekanizmalı saati gördü. Ayağa kalktı. Bir an önce dışarı çıkmak istiyordu. Ama hızlı hareket ederse görecek birilerinin kaçtığını sanmasından korktuğu için ağır adımlar atmaya çalışarak sokağa yöneldi. Ayakkabılarını ayağına geçirip sürükleye sürükleye giyinirken sokağa attı kendini. Sokağa çıkmasıyla beraber, cami kapısının karşısındaki duvarın dibindeki taburede oturan adam ayağa kalkıp ona doğru gelmeye başladı. Kamburlaşmış vücudunu sağına doğru yatırıp sağ elini ona doğru uzattı: “Allah kabul etsin, Allah rızası için.”  Başında bir zamanlar beyaz olduğu belli olan takkesi, uzun yıllardır giyildiği diz ve dirseklerindeki parlamadan belli olan fıstık yeşili üzerine koyu yeşil çizgili, yelekli takım elbisesi, kısa paçalarının altından görülen derby lastik içine giydiği mesti ile buralara ait olmayan biri gibiydi.
“Amca sen bu caminin imamını tanıyor musun?” dedi; ciddi bir meseleyle ilgili konuşacağını hissettiren kararlı bir ses tonuyla.
“Tanıyorum?” dedi adam.
“Ona söyle o saati oradan kaldırsın!”

*Bulutsuzluk Özlemi

Mahir Özkan

Ekim 2015

27 Aralık 2015 Pazar

Bir ‘Verabroğ’ Olarak Apraham Kasparyan

(Agos Gazetesi'nin kitapkirk ekinin Kasım 2015 tarihli 84. sayısında yayınlanan, Aras Yayınları'ndan çıkmış, Apraham Kasapyan'ın Kaç Kişisiniz Boğos Efendi? adlı hatıratı üzerine yazdığım yazı)

Editörü Rober Koptaş’ın ‘gerçek survivor’, Ermenicesiyle verabroğ olarak tanımladığı Apraham Kasapyan’ın hatıratı sarsıcı bir kitap. Tanık olduklarının korkunçluğundan kaynaklanmıyor sarsıcılığı. Aslında kendisinin de bu manzaraları sarsıcı bir biçimde tasvir etmek gibi bir derdi yok. O, bu işi Victor Hugo veya Aleksander Dumas gibi yazabilen yazarlara bırakıyor. Onun gücü yalınlığından ve sahiciliğinden geliyor. En korkunç olayları anlatırken bile ajitasyonun izine rastlamıyorsunuz. Bu derece yalın bir anlatımın insan olma hallerinin karmaşık ve farklı biçimlerini bu zenginlikte önümüze koyabilmiş olması hayranlık uyandırıcı.

‘Yaşayanların vakti yok ki…’

Hatıratın daha ilk satırlarında Apraham Kasapyan ile kişisel bir bağ kurduğumu belirtmeliyim. Kasapyan; “Bu devirde, yaşlı, dünyaya veda etmekte olan bir adamın hayatını, onu çok sevenler bile okumaz, biliyorum. Yaşayanların vakti yok ki ölmekte olanın hayatıyla ilgilensinler.” diyerek başlıyor; “İnsanlar unutulmaya mahkumlar. Kaldı ki bunun bir günah olduğu da söylenemez.” diyor ve “Bunun bir suç olduğunu bile bile hayatım boyunca çalıştım.” diyerek devam ediyor. Sadece bu giriş cümleleri bile insana ilişkin temel tartışmaları yapmış, yaşamış ve dinginleşmiş bir bilinçle karşı karşıya olduğumuza işaret ediyor. Anlatının gücünün ve sarsıcılığının aynı zamanda bundan kaynaklanmış olduğunu söylemek yanlış olmaz.
Soykırım ve katliam anlatılarının belki de anlatılan olayların günlük yaşam için ‘aşırı’ olmasından kaynaklanan bir tehlike taşıdıklarını düşünürüm. Bu cürümlere maruz kalan insanları ve yer yer bu cürümlerin faillerini nesneleştiren bir etki yaratır bu anlatılar. Ölme ve öldürme ilişkisi o kadar öne çıkar ki kendisinden başka hiçbir şeye yer kalmaz anlatıda. Böylelikle bu yaşananlar adeta insani bir durum olmaktan uzaklaşır. Her türlü yaşamda kalma çabasının, yaşatma çabasının, kurban ve faillerin kendi içlerindeki farklı tutumların silinmesine yol açar. Tek biçimde eyleyen kurbanlar ve tek biçimde eyleyen failler kalır geriye. Kasapyan’ın anlatısı ise failleri ve kurbanlarıyla yaşamın olağan zenginliği içindeki insanları ortaya koyuyor.  Aslında böylece insanların yaşananlar üzerindeki etkilerinin olanaklarının ve sınırlarının nerelere varabileceğini göstererek siyasal otoritenin iradesi ve sorumluluğuna işaret etmiş oluyor.

1902’ den 1969’a

Kitapta Kasapyan, doğduğu 1902 yılından hatıratı yazdığı 1969 yılına kadar süren mücadele içinde geçmiş bir ömürden insan hikayelerini anlatıyor. Kilis Kaymakamı Ali İhsan Bey’in yardımı sayesinde ölümden dönüyorlar. Bazı akrabaları yardım isteklerini belki de kendi geleceklerine güvenemedikleri için geri çeviriyorlar. Sürgün yollarında köylerden mal alıp, kamplarda satanlar, dilencilik yapanlar, yapmayı kendine yediremeyenler, rüşvet alan memurlar, parası olduğu için kurtulabilenler, kaçak gezenler oluyor. Yetim bir kızı, oğluyla evlendirmek isteyenler ama adını değiştirmeyenler oluyor. Sürgün yollarında yitirilen akrabalar oluyor. Ölümün bir çeşit kurtuluş olduğu düşünülebiliyor. Bu yüzden ölenlerinin arkasından ağlayamayan insanlar oluyor.
Ölümden döndükten sonraki yıllar da çok kolay geçmiyor Kasapyan için. Yine canlı bir yaşam mücadelesi tablosu var. İş öğrenmeye çabalıyor. Birçok denemede bulunuyor. Fransa’ya çalışmaya gidiyor. Avrupa’dan dönüyor. Oradan döndüğü zaman arkadaşları ona kızıyor ama sonradan yaşadıklarıyla onlara hak veriyor. Ortaklıklar kuruyor, bozuyor. İşini büyütmeye çalışıyor. Tam işlerini yoluna koyduğunu düşündüğü zamanlarda yeni çilelerle baş başa buluyor kendini. Ama her seferinde yeniden ayağa kalkmasını biliyor.

Tekirdağ’dan Tehcir ve Bitmeyen Soykırım

Kasapyan’ın hatıratı soykırımla ilgili bazı gerçekleri yeniden hatırlamama neden oluyor. Mesela tehcir kararına gerekçe olarak sürekli “doğu cephesinde düşmanla işbirliği yapan Ermeniler” argümanı kullanılır. Oysa Kasapyan ailesi o zamanlar nüfusunun önemli bir bölümü Ermeni olan Tekirdağ’da yaşamaktadır. Sürgün hattı Tekirdağ-İstanbul-İzmit-Bilecik-Konya-Pozantı-Tarsus-Osmaniye-İslahiye-Aziziye-Kilis yoludur. Yani batıdan doğuya doğrudur. Bu durum aslında kitapta bir dipnotla verilen Ali İhsan Bey’in mahkeme tanıklığının da işaret ettiği gibi ‘kastın’ başka bir şey olduğunu açıkça gösteriyor.
Hatırladığım başka bir şey ise soykırımın Cumhuriyet tarihi boyunca farklı yüzleriyle devam etmiş olduğu gerçeği. 20 Sınıf Nafıa Askerliği, Varlık Vergisi, 6-7 Eylül ve bazıları günümüzde de devam eden daha birçok uygulama aslında soykırımın bir süreç olduğunu düşündürtüyor. Zaven Biberyan’ın fevkalade eseri ‘Babam Aşkale’ye Gitmedi’ de anlattıklarını hatırlıyorum, Kasapyan’ın anılarını okurken. Orada gördüğüm tabloya göre Kasapyan’ın dirayetine şapka çıkarıyorum.
Bu devamlılığın kendi yaşamımdaki izlerini sürüyorum. Annemin, Müslüman Hemşinli olmamıza ve sürgüne muhatap olmamış olmamıza rağmen ilk gençlik yıllarımdaki Ermenilikle ilgili ısrarlı sorularım karşısında “Kena emmen dağ Ermeni im asa u kezi gedrin – git her yerde Ermeniyim de de seni kessinler” demesi aklıma geliyor. Kasapyan’ın hatıratının günümüze kadar susmuş olmasıyla annemin korkusu arasındaki akrabalık bana konuşmaktan başka çaremiz olmadığını hatırlatıyor.  

Şimdi Konuşma Zamanı

Bugün bir yandan soykırım mağdurlarının hikayelerinin konuşulmaya başlandığı, öte yandan sınırlı da olsa toplumun geçmişle yüzleşmesine dönük çabaların ortaya konduğu günlerdeyiz. Belki de Kasapyan’ın hatıratının ortaya çıkması da bu sayede mümkün olabildi. Öte yandan yeniden ülkenin bir yanı ateşler içinde yanarken bir yanında kayıtsızlık sürüyor. Bütün bunlar bir daha olmaz dediğimiz şeylerin gerçekten olmamasının bizim buna izin vermememizle mümkün olabileceğini hatırlatıyor.
Çocukluğuyla ilgili ilk hatırası 1908 yılındaki Hürriyet Günü’ne dair olan Kasapyan, “Bu satırları kimsenin okumayacağını çok iyi biliyorum” diyerek bitiriyor kitabını. Okunmayacak denenleri okumaya başladığımıza göre hürriyet günlerini de geleceğe taşımanın vakti gelmiş demektir.

Mahir Özkan
Kasım 2015




Anadilde Eğitim Meselesi



Milliyetçilik doğası gereği insanı evrensel bir bakıştan yoksun bırakır. Milliyetçiler kendi ulusu, halkı, etnik kimliği için istediği hakları ve özgürlükleri başkaları söz konusu olduğunda rahatlıkla göz ardı ederler. Bu durum bizim milliyetçilerimiz için de pek tabi geçerlidir. Onlara göre; Türkler, tarihleri boyunca asla ‘esir yaşamayı kabul etmemiş’, ‘ya istiklal ya ölüm’ şiarıyla yaşamıştır. Özgürlüğü böylesine ‘kutsayan(!)’  milliyetçilerimiz, ne hikmetse Türkiye’de yaşayan halklar özgürlük taleplerini yükselttiklerinde ise bozguncu, bölücü, terörist suçlamalarıyla bu taleplerin karşısına dikiliveriyorlar.
Anadilde eğitim ve anadili öğrenimi konusunda da aynı kural geçerli. ‘Türkçe dil bayrağımızdır’ şiarıyla, Türkiye dışında Türkçenin kullanımı konusunda devlet, bütün imkanlarını kullanıyor. Türklerin yaşadığı bölgelerde Türkçenin resmi statü kazanması, Türkçe eğitim verilmesi, Türkiye’den ilgili ülkelere öğretmenler gönderilmesi yönünde yoğun çaba harcıyor. Örneğin; geçtiğimiz yaz Yurtdışı Türkler ve Akraba Topluluklar Başkanlığı’nın (YTB), Edirne Milli Eğitim Müdürlüğü işbirliğiyle Yunanistan, Bulgaristan, Kosova, Moldova ve Makedonya'dan Edirne'ye gelen 84 öğretmene, "Soydaş Öğretmenlere Türkçe Atölyesi" kapsamında Türkçe eğitimi verdi. Bu konulardaki haberler basında genel bir memnuniyet hatta sevinçle karşılanıyor. Hatta bazı yazarlar yurtdışı Türklerin hakları ile ilgili devletin daha yoğun çaba harcaması gerektiğini savunuyor. Bazıları Türklerin uğradığı baskı ve zulümlerden söz ediyor. Sincan Uygur, Güney Azerbaycan vb…
Hal böyle olunca tabloyu daha iyi görebilmek için Türkçenin dünyadaki durumuna bir göz atmak istedim.

Rusya

Yakutistan, Başkırdistan, Kabardey Balkar, Karaçay, Tataristan vb. özerk bölgelerde bölge halkının konuştuğu Türkçe lehçeleri Rusça ile birlikte resmi dil statüsünde. Bu dillerde eğitim yapılabiliyor. Özerk bölgelerin kendi parlamentoları, başkanları, anayasaları var.

Almanya

Almanya'da bazı eyaletlerde ilkokuldan başlayarak haftada 3 ila 5 saat zorunlu anadili dersleri veriliyor. "Ulusal Uyum Planı" adı altında çift dilli eğitimin gerekliliği yaklaşımı kabul ediliyor. Bu amaçla ortaokulun ilk yılından itibaren uygulanan "karşılaştırmalı dil eğitimi" modelleri geliştirilmiş. Bu modele göre haftada iki saat Türk ve Alman öğretmenlerin bir arada girebilecekleri dersler düzenleniyor ve her iki dilin de karşılaştırmalı öğretimi uygulanıyor.

Çin

Çin’de Mao Zedong liderliğinde gerçekleştirilen devrimin ardından 1951 tarihli “Etnik Eğitime İlişkin İlk Ulusal Konferans Raporu”nun Devlet Konseyi’nde onaylanmasıyla beraber, Moğol, Kore, Uygur, Kazak ve Tibet gibi hâlihazırda yazılı bir dile sahip etnik grupların ilk ve orta dereceli okullarda kendi dillerinde eğitim görmeleri sağlanmış. Henüz yazılı bir dile sahip olmayanların ise, bir yandan kendi yazılı dillerini yaratmaları ve geliştirmeleri, diğer yandan da Han dilini (Çince) veya alışkın oldukları bir yerel dili eğitim amaçlı kullanmaları öngörülmüş. Çin Halk Cumhuriyeti’ni oluşturan 55 farklı etnik gruptan 10’u bu politika ile yazılı bir dile kavuşmuş ve ayrıca Çince öğrenmiş, 40’a yakını kendi diline ek olarak Çinceyi kullanabilir hale gelmiş, kalan gruplardan bazıları ise tamamen Çinceyi benimseme yoluna gitmiş. Aynı yıl, etnik azınlık dillerinin ve edebiyatının geliştirilmesine yönelik çalışmalar yapacak eleman yetiştirmek gayesiyle, bugün Milliyetler Merkez Üniversitesi adını alan Milliyetler Merkez Enstitüsü kurulmuş. Azınlık dillerine yönelik bu olumlu yaklaşım, 1952 tarihli anayasanın “tüm milliyetlerin kendi sözlü ve yazılı dilini kullanma özgürlüğü”nü güvence altına almasıyla resmiyet kazanmış, sözlü dile sahip olan halkların dillerini yazılı hale getirmesi, yazılı dile sahip olanların ise dillerini geliştirmesi için devlet desteği sağlanmış.
Sincan Uygur Özerk Bölgesi 1955 yılında Çin Halk Cumhuriyeti tarafından kurulmuş. Uygurca bölgedeki tüm etnik gruplar için ortak dil niteliği arz etmekte iken, Putonghua (Çince) ve Kazakça ikinci derecede ama önemli oranda yaygınlık gösteriyor. Bununla beraber, Uygur topluluğunun yüzde 1’inden daha azının Putonghua dilinde yetkinlik kazandığı tespit edilmiş. Söz konusu kültürel çeşitlilik, anadilinde eğitim esasına dayalı ayrı okullaşma sisteminin oluşmasına ve böylece Putonghua, Uygurca, Kazakça, Mongolca, Xibo ve Kırgızca olmak üzere altı anadilinde ilk ve ortaokul eğitimi yapılmasına imkân tanımış.

Kosova

Yugoslavya dönemindeki 1974 Anayasasında Türk azınlığına dilini kullanması için haklar tanınmış. Bu anayasa Madde 1’de Türkleri kurucu unsur olarak göstermiştir. Madde 221’de Kosova’da Arnavutça, Sırpça ve Türkçenin eşit olduğu belirtilmiş. Türklerin çoğunlukta oldukları yerlerde Türkçe resmi dil olarak kabul edilmiş. Günümüzde de Arnavutça, Sırpça ve İngilizce ile beraber Türkçe Kosova’nın dördüncü resmi dili konumunda. Türklerin Kosova’daki nüfusu ise 20 bin civarında.
Ayrıca, eğitimdeki kadro sorunun giderebilmek için 1992 yılından itibaren her yıl Türkiye bölgedeki öğrencilere burs sağlıyor, bölgeye öğretmenler gönderiyor ve bölgedeki öğrencilere kitap olanağı sağlıyor. 

Makedonya

Türkiye ve Makedonya arasında eğitim uygulama programı imzalanmış, antlaşmadan sonra Türk öğretmenler bölgeye gönderilmiştir. 1991 Anayasasının öngördüğü şekilde Türklerin yoğun yaşadıkları yerlerde Türkçe resmi dil olarak kullanılıyor. Makedonya yasalarına göre bir azınlık grubu bulunduğu beldenin nüfusunun yüzde 20’sinden fazla ise o dil beldede resmi dil hakkı kazanıyor. Üsküp’e bağlı Çayır beldesinde belediye meclisi kararıyla nüfus yüzde 20’nin altında olmasına rağmen Türkçe resmi dil statüsü kazandı. Makedonya’da 100 bine yakın Türk yaşıyor.   

Moldova

Moldova’ya bağlı özerk bir cumhuriyet olan Gagavuz Cumhuriyeti’nin 250 bin kişilik nüfusunun büyük bölümünü Ortodoks Hıristiyan inancınca mensup olan Gagavuz Türkleri oluşturuyor. Bölgede Gagavuz Türkçesi, Rumence ve Rusça resmi dil statüsünde. Türkiye’nin desteğiyle birçok okul kurulan bölgede anaokulundan üniversiteye kadar Türkçe eğitim veriliyor.

Bulgaristan

İkinci dünya savaşından sonra kurulan sosyalist rejim döneminde Türkçe eğitime yönelik önemli çalışmalar yapılmış, Azerbaycan modelli eğitim öngörüldüğünden Azerbaycan’dan hocalar getirilmiştir. Türk pedagoji okulları açılmıştır. 1970-1989 yılları arasında Türkçe isimlerin değiştirildiği baskıcı bir dönem yaşansa da 1991 anayasası azınlıklara kendi dillerinde eğitim olanakları sağlamış. Bugün Bulgaristan’da yaşayan bir milyona yakın Türk ilkokuldan üniversiteye kadar Türkçe eğitim görebiliyor.

Irak

Arapça ile birlikte Kürtçenin de resmi dil olduğu Irak’ta Türkmence bölgesel dil statüsüne sahiptir. 1993 yılından bu yana Türkmenlerin anadilde eğitim yapabildikleri okulları bulunuyor. Bu okullar önceleri Kürdistan bölgesinde kurulmuş olmakla birlikte günümüzde Türkmenlerin yaşadığı bütün şehirlere yayılmış durumda.

Kendim İçin Ne İstiyorsam….

Diyeceğim şu ki: Annemin çocukluğumdan bu yana kulağıma küpe olmuş bir duası vardı. “Allahım kendim için ne istiyorsam komşuma on katını ver” derdi. Hadi bire ondan vazgeçtim. Anadilde eğitim denince alerjiniz tutmasa bari. Kendinizin bile inanmadığı argümanlar sıralayıp, akıl mantık sınırlarını zorlamasanız artık. Valla çok şey istemiyoruz, elinizi vicdanınıza koyun. Samimi olun. Türkçe için başka ülkelerde ne istiyorsanız ona razıyız.



 Mahir Özkan 
Aralık 2015