(Leyla Çelik ve Elif Yıldırım'ın derlediği ve Nika yayınları tarafından 8 Mart 2015 de yayınlanan, YEŞİLDEN MAVİYE Karadeniz'den Kadın Portreleri adlı ortak kitapta yayınlanan hikayem.)
Elindeki boş gübre torbasını
bırakıp çeperin üzerinden atladı. Artık patikadaydı. Köyden aşağıya baktı.
Köyün evleri, ağaçlar ve çay tarlalarının açıklı koyulu yeşilliklerinin içinde
küçücük kahverengi lekeler gibi görünüyorlardı. Köyün içinde kapkara bir yılan
gibi uzanmış olan dere bu yeşil manzarayı ikiye bölerek denize ulaşıyordu. Köy
meydanı, meydandaki çay alım yeri ve yanındaki cami evlerden daha rahat
seçilebiliyordu. En uzakta ise yeşil maviye dönüşüyor gökyüzü ve deniz
birleşiyordu. Denizin içinde henüz sönmekte olan güneş olmasa maviliğin nereye
kadarının deniz nereye kadarının gökyüzü olduğu seçilemezdi. Hayranlıkla baktı
her gün gördüğü manzaraya. Derin bir soluk aldıktan sonra, evler üzerinde şöyle
bir göz gezdirdi. Derenin iki yakasındaki iki ev üzerinde durdu gözleri bir
süre. “Hayır, artık dönemem” dedi kendi
kendine, “Bir yolunu bulacağım.”
Patika çay tarlası ile ormanı
birbirinden ayırıyordu. Patikadan yukarısı, kestane, kızılağaç, arci ve moni ağaçlarıyla kaplı bir ormandı. Çay tarlasının iki yanında
köyün içinden geçen dereye karışan iki küçük derecik vardı. Bunlar tarlanın
doğal sınırlarıydı. Patika bu dereciklerin birini geçene kadar tarlaya paralel
gidiyor, sonra ormanın içlerine doğru kıvrılıyordu. Gözlerini patikaya çevirdi.
Ormanın derinliklerinde akşam olmuştu bile. Geceleri ormanın içi öylesine
karanlık olurdu ki gözüne iğne girse görmezdin. “Geceye kalmadan kalacak bir
yer bulmalıyım” diye düşünerek ormana daldı.
Karanlık iyice bastırmadan
tarladan uzaklaşmak istiyordu. Ne kadar uzaklaşması gerektiğini, ne kadarının
yeterli olacağını hesaplamamıştı. Yalnızca uzaklaşmak istiyordu. Tarladan
uzaklaştıkça rahatlıyor, rahatladıkça da geceyi nerede geçireceği kaygısı
kendini göstermeye başlıyordu. Ormanda ilerledikçe ayılar, kurtlar, domuzlar,
çakallar aklına geliyordu. Başını sokacak bir yer bulmalıydı. Ama neresi? “Miyagots tepesine çıkmam lazım” diye
düşündü. Bildiği köyden en uzak yer burasıydı. Üstelik Miyagots’ta bir yerlerde Maneloğli
köyünden Lazların atmaca yakalamak için ağ kurduklarını ve orada bir kolibalarının olduğunu duymuştu.
Makriyal çarşısının içindeki tarihi köprüyü Hopa tarafına geçtikten
sonra dere boyu çay tarlalarının içinden kıvrıla kıvrıla gelen yol, önce
Hemşinlilerin Sovil, Lazların Skibuli dedikleri köyün içinden geçer,
ardından Maneloğli köyüne varır. Maneloğlu köyünü geçtikten sonra ise Lazluk biter, Hemşinluk başlar. Burada dere ikiye ayrılır, iki dere boyunda iki
Hemşinli köyü bulunur. Birisi Medoğumked
diğeri Xeluked.
Hemşinliler buralara Hopa’nın
köylerinden 1900’lerin başında gelmeye başlamışlar. Önce kiraya tuttukları
tarlaları yavaş yavaş Lazlardan ve Çerkes ağalardan satın alıp köyler
kurmuşlar. Bu yüzden genellikle Hemşinli köyleri Laz köylerinden daha yüksek
yerlerde orman içlerinde olur. Medoğumked
işte bu Hemşinli köylerinden biridir. Köyden yukarı artık Lazların toprağı
kalmamıştır. Ancak bazen balık tutmaya dereye ya da atmaca avlamak için ormana
gelmeye devam ederler.
Köyün içinden geçen dere derin
bir vadi yaratmış. Köy bu vadinin içine dere boyuna kurulmuş. Adı bu yüzden Medoğumked, yani Karanlıkdere konmuş. Vadinin sağındaki tepenin arkası Xeluked, solundaki tepenin arkası ise
yine bir Hemşinli köyü olan Xetselandır.
Miyagots ise derenin geldiği taraftaki
üçüncü tepenin zirvesidir.
Hemşinliler atmaca avlamazlar.
Lazların "sifteri"
dedikleri atmacaya tutkuyla bağlı olmalarına da pek anlam veremezler aslında.
Zahmetli bir iş gibi gelir onlara. Atmaca yakalamak için önce bir çekirge
yakalanıp “ragi” denen bir kafeste
iple bağlanır. Sonra onu avlamak için kafese gelen “ciceğen” dedikleri atmaca kuşu yakalanır. Maneloğlu köyünden genci
yaşlısı atmaca tutkunları zaman zaman ellerindeki kuru bir ağaç dalına
bağladıkları ciceğenlerle Medoğumkedin içinden geçerek Miyagotsun yolunu tutarlar. Miyagots tepesinde iki ağacın arasına
gerdikleri ağın arkasında saklandıkları kolibadan
çıkmadan ellerindeki, üzerinde atmaca kuşu olan odunu sallarlar. Bazen saatler
süren bekleyişin ardından ciceğeni
avlamak isteyen sifteri kendisi ağa
takılır ve av olur. Yakalanan atmacalar eğitilerek bıldırcın avında kullanılır.
Şimdilerde bıldırcından çok spor olsun diye avlanıyorlar ya neyse…İşte aklına
düşen koliba bu avcı kulübesiydi.
Nihayet kolibaya vardığında artık geceydi. Koliba dört direk ve etrafına
çakılmış ağaç dallarından oluşan ve üzeri kumar yapraklarıyla kapatılmış derme
çatma bir yerdi. İçeride yalnızca bir adam boyunda bir seki çakılmıştı. Sekiye
uzandı. İlk önce derin bir nefes çekti içine. Kumar çiçeklerinin, toprağın,
Kolibanın etrafını kapatmak için kullanılmış olan eğrelti otlarının karışık
kokusu geldi burnuna. Gülümsedi. Uyumak istedi hemen. Başka hiçbir şey aklına
gelmeden uyumak istedi. Gözlerini kapattığında dudaklarındaki gülümseme
silindi. Aklına düşünceler hücum ediyordu. Kızları kaçıran ayılar, at kılığına
giren periler, mezarından çıkıp gezen hortlaklar, goncolozlar, domuz sırtında
gezen cadılar hep birlikte horon oynuyorlardı. Gözlerini açtı. Bu sefer başka
düşünceler geldi aklına. “Ya yarın sabah erkenden kulübenin sahipleri gelirse…”
Uykuya dalarken, “Erkenden kalkıp,
gidecek bir yer bulmam lazım” diye düşünüyordu.
Son dört ayın en rahat uykusunu
uyumuştu. Sekinin üzerinde yalnız uyandığında hemen yerinden kalkmadı.
Gözlerini kolibanın içinde gezdirdi.
Küçük pencereden masmavi gökyüzü görünüyordu. Yavaş yavaş kalktı. Yatağında
uyandığı günler geldi aklına. Kolibanın
önüne çıkıp önünde uzanan vadiye baktı. Denize kadar uzanan vadinin bütün
havasını içine çekmek ister gibi derin bir nefes aldı. Geceden ıslanmış
toprağın yoğun kokusunu duyumsadı ciğerlerinde. O anda ilk kez onları düşündü.
Aklına ilk gelen “Sabah yalnız
uyandığında ne hissetti?” sorusuydu. Gözünün önünde canlandırdığı görüntünün
kendisini eğlendireceğini düşünüyordu. Öyle hissetmedi. Hiçbir şey hissetmedi.
“Ya babam?” diye düşündü sonra. Ve o anda sabahtan önce akşamı düşünmesi
gerektiği aklına geldi. “Karanlık olup da eve dönmeyince önce tarlaya sonra da
babamın evine bakmışlardır herhalde” dedi kendi kendine.
Babasını ve evini düşününce
kendini evlerinin önündeki devasa dut ağacının altında gördü. Kardeşleriyle
birlikte dutun etrafında koşturuyorlardı. Köyde çocuklar kendilerine birçok
oyuncak bulabiliyorlardı. Toprağı eşeliyor, ağaç dalları topluyor, çay
bahçesinde saklambaç oynuyorlardı. Hiçbir şey bulamadıklarında koca dutun
etrafını el ele sarıp türkü söyleyerek dönüyorlardı. O da kardeşleriyle birlikte oynarken bir
yandan da onlara göz kulak oluyordu. Ablası evlendikten sonra diğer çocuklara o
bakmaya başlamıştı. Kapıda oynarken eve gelen kalabalığı gördü birden. O gün ne
anlama geldiğini anlamadığı bu sahne şimdi öfkelendiriyordu onu. “Ne yaparlarsa
yapsınlar, dönüş yok artık” diye geçirdi içinden.
O gece gerçekten kocası babasının
evine gitmişti. Önce konu komşuya sormuş, izini bulamamışlardı. Ardından
tarlaya gitmiş, derecikleri, yolları, uçurumları, çay köklerine varana kadar
her yeri aramışlardı. Bulamayınca
kaçtığına kanaat getirip babasının evinin yolunu tutmuşlardı. Kocası babasının
çok eski bir arkadaşıydı. Akran sayılırlardı. Babasından en fazla birkaç yaş
küçüktü. “Ben sana güvendim, aldım senin çıkmış
kızını, bak başımıza neler getirdi” demişti babasına. “Kız burada ise sakın
saklamaya kalkmayın. Bu işin hesabı başka olur o vakit” diye bir de tehdit
etmişti. Babası utancından yerin dibine girmiş, kızdan haberi olmadığına
yeminler etmiş, güç bela inandırmıştı arkadaşını. Çaresizce evine dönen
kocasının ve babasının evinde gece boyunca nereden ve ne zaman geleceği
bilinmeyen bir haber beklenmeye başlanmıştı.
Babası bu işten annesini sorumlu
tutuyordu. Ablasını sevdiği adama vereceğim diye geleneği çiğnemeseydi bunların
hiçbiri başlarına gelmeyecekti. Ablası henüz on beş yaşındayken amca çocuğu
“kızı ben alacağım” diye ortaya çıkmış, niyetini herkese duyurmuş ve gelecek
elçilerin de önünü kesmişti. O günlerde akrabadan birinin “ben alacağım” dediği
kızı dışarıdan birilerinin istemesine imkan yoktu. Geleneğe uymazdı böyle bir
şey. Tabi geleneğin bağlamadıkları da vardı. Sülalesi biraz güçlü olan,
kalabalık olan kendini geleneğe uymak zorunda hissetmeyebiliyordu. İşte
ablasının konuştuğu oğlan böyle bir sülaledendi.
Annesinden başka kimse bu sevdayı
bilmiyordu. Amcaoğlu için kızı istemeye geleceklerini söylediklerinde kızının
yalvarmalarına dayanamayıp sevdiği oğlanın ailesi ile konuşmuştu. Kızı onlardan
önce istemelerini sağlamıştı. Tabi durumu öğrenen akrabalar eve doluşmuşlardı
hesap sormaya. Az kalsın kan gövdeyi götürüyordu. İlle de, “biz gelinimizi
götüreceğiz” diyorlar, başka bir şey demiyorlardı. Tam kavganın kopacağı vakit
annesi kardeşleriyle dutun altında oynarken görmüştü onu. “Durun” demişti,
“Olan oldu, giden gitti. Adamlara kızı verdik, ellerinden alamayız. Bu adamlar
nişanladıkları kızı geri verecek adamlar değil. Biz onlarla baş edemeyiz.”
Allem etmiş kallem etmiş, ablasının yerine henüz on iki yaşındaki kardeşini
almaya razı etmişti amcaoğlunu. Böylelikle kızcağız o yaşında gelin olmuştu.
İlk başlarda iyi bir çözüm gibi
görünen bu evlilik zamanla problem olmaya başlamıştı. Birçok kişi kocasını,
almak istediği kızı alamadığı ve bu evliliğe razı olduğu için kınıyordu. Kocasının kardeşleri ve yengeler de bu
durumdan çok hoşnut değillerdi. Kızın gelinlik edemediğini, evin işlerini
beceremediğini, ablası gibi olmadığını söyleyip duruyorlardı. Bundan dolayı
evde kavga gürültü eksik olmuyordu. Evliliklerinin üzerinden üç yıl geçtiği
halde çocuklarının olmaması ise iplerin kopmasına neden olmuştu. İlk evlilik
işte böyle bitmişti. Ailesinin evine döndüğünde artık bir an önce
savuşturulması gereken bir belaydı. Kimse evinde çıkmış bir kız tutmak istemezdi. Derhal münasip bir koca aranmaya
başlanmıştı. Bu sırada babasının arkadaşının karısı öldü. Arkadaşı yedi çocuklu
ve kırk yaşlarındaydı. Hali vakti yerinde, bin baş mal sahibi biri olduğu için
yaşı da çok çocuğu olması da pek problem sayılmamıştı. Zaten bir an önce ondan
kurtulmak istedikleri için bu evlilik hemen gerçekleşmişti.
“Şimdi Xeluked, Xetselan hatta
Osmaniye’ye haber gitmiştir” diye düşünüyordu, “Nereye gideceğim?” Köye sırtını
verdi ve karşısındaki büyük tepeye baktı. Bu tepe Sultan Selim tepesiydi.
Sultan Selim’in arkası Hopa’nın Xigoba köyüydü. Kendileri de zamanında
Xigoba’dan göç etmişlerdi. Eski köylerine daha küçükken annesiyle beraber
birkaç kere gitmişti Sultan Selim’i aşarak. Miyagots tepesinin arkasında bir
küçük vadi daha vardı. Bu vadiye inip Sultan Selim’e doğru tırmanmaya başladı.
Çok acıkmıştı. Akşamdan bu yana hiçbir şey yememişti. Yalnızca karşısına çıkan
her pınardan su içmişti. “Sultan Selim’i aşmadan durmak yok” dedi kendi kendine.
Güneş tepesine çıktığında Sultan Selim’i geçip Xigoba’dan aşağıya döndü. Döner
dönmez köyün neredeyse tamamını gören bir noktada bulunan koca kestane ağacının
dibine oturdu. Bir süre köyü izledi.
Sultan Selim tepesine çok yakın,
neredeyse ormanın içinde bulunan bir iki ev vardı. Bunlardan birini gözüne
kestirdi. Köy evlerinin yanında ineklerin barınağı olan kum, kumun üzerinde çeşitli malzemelerin konduğu ve mısır vb
kurutulan merek bulunurdu. Genellikle
mereğin bir yanında tavukların barınağı havnots
olurdu. “Buralarda illaki yiyecek bir şeyler bulabilirim” diye düşündü.
Öyle de oldu. Biraz mısır, biraz kurutulmuş hurma ve birkaç yumurta alarak
tekrar ormanın içine döndü. O gece köye en uzak tarlalardan birinin içindeki pagen de kaldı.
Batum’dan gelip, bir yanı
Makriyal bir yanı Bağlivan olan Cefuka Tepesi’nden geçen, oradan Osmaniye,
Xetselan ve Medoğumked’in tepelerindeki geçerek Sultan Selim’e çıkan bir yol
vardı. Rus hakimiyeti döneminde yapıldığı için Rus yolu olarak bilinen bu yol
Sultan Selim’i Cankurtaran Geçidine ve oradan da Hopa’ya bağlıyordu. Sahil yolu
yapılmadan önce motorlu taşıtlarında kullandığı bir yoldu bu. İşte bu yolun
etrafındaki Borçka’ya, Hopa’ya ve Makriyal’a bağlı Hemşin köylerinin uzak
tarlalarındaki pagenlerde, kolibalarda kalmaya başladı. Gündüzleri sürekli
yürüyor, yer değiştiriyordu. Bir köyden yiyecek aldığı zaman, o köyün en
uzağındaki başka bir köyün tepelerine geçiyordu geceyi geçirmek için.
Bütün köylerde hikayesi dilden
dile dolaşıyordu. Çoğu, “Kadın başına dağda ne işi var?”diyordu. Kimi acıyor,
kimi kızıyordu. Bazı kadınlar yardım etmek istiyor, evin erkeklerinden gizli
tarlalarda yiyecek ve giyeceklerini ‘unutuyorlardı.’Zaman zaman tarlalarda
çalışan tanıdık kadınların yanına gidiyor, onlarla konuşuyor, kiminden battaniye,
kiminden patates, pirinç ve mutfak malzemesi alıyordu. Bir süre sonra kendisine
bir sığınak yaptı. Sığınak Miyagots ile Sultan Selim tepesinin arasındaki
vadide kurdun kuşun geçmediği bir yerdeydi. Bir su akıntısının içinden ulaşılan
yolunda iz bırakmadığı için bulunması imkansız bir yerdi. Yavaş yavaş dağdaki
yaşama alışmış, yaşantısını belli bir düzene sokmuştu. Başlardaki
belirsizlikler yerini rutinlere bıraktıkça korkuları da kaybolmuştu. Ne zamana
kadar dağda yaşayacağını bilmiyordu. Ama geri dönmek gibi bir düşünce aklının
ucundan bile geçmiyordu.
Bu durum yaklaşık üç ay sürdü.
Dört ay sonra bir sabah sekisinde uyandığında karnında bir hareket hissetti.
Daha önce hiç hissetmediği türden bir hareketti bu. Karnında bir kelebek kanat
çırpıyordu sanki. Bu durum her şeyi değiştirdi. Artık ne yapacağını
bilemiyordu. Bir yandan bebeği istiyordu. Bir yandan düşürmek istiyordu ama
günaha girmekten de korkuyordu. Kocasına dönmek istemiyordu. Ama onun çocuğu
kendisine bırakmasının mümkün olmadığını da biliyordu. Bir kadın kocasından
ayrılsa bile çocuğunu asla alamazdı. Babasının evine ‘elin’ bebeğiyle dönmesi
de mümkün değildi. Babası buna razı olmazdı. Babası buna razı olsa bile kocası
ve ailesi buna asla izin vermezdi. Dağda kalmaya devam edebilirdi. Ama burada
çocuğu nasıl doğuracaktı. Düşünceler
aklına hücum ediyordu. Her an bir karara varıyordu. Sonra vazgeçiyor, yeni bir
karara varıyordu. Bütün günü düşüncelerini ayıklamaya çalışarak geçirdi.
Karanlıkla birlikte bütün düşüncelerini de karanlığa bırakarak uykuya daldı.
Sabah kalktığında sığınağın ucunu
bucağını gezdi. Her köşesine dokundu. Gözlerini kapattı ve derin bir soluk
çekti içine. Sığınağının kokusunu içine hapsetmek istiyordu. Ne yapacağını düşünmediğini fark etti. Karar verilmişti.
O gün bugündür bir maniyle gezer
durur hikayesi:
karadutun altinda
daha oyun çağumda
kokladuğum yar değil
el kokusu burnumda
Mahir Özkan
Ocak 2015