30 Ekim 2015 Cuma

El Kokusu


(Leyla Çelik ve Elif Yıldırım'ın derlediği ve Nika yayınları tarafından 8 Mart 2015 de yayınlanan, YEŞİLDEN MAVİYE Karadeniz'den Kadın Portreleri adlı ortak kitapta yayınlanan hikayem.)


Elindeki boş gübre torbasını bırakıp çeperin üzerinden atladı. Artık patikadaydı. Köyden aşağıya baktı. Köyün evleri, ağaçlar ve çay tarlalarının açıklı koyulu yeşilliklerinin içinde küçücük kahverengi lekeler gibi görünüyorlardı. Köyün içinde kapkara bir yılan gibi uzanmış olan dere bu yeşil manzarayı ikiye bölerek denize ulaşıyordu. Köy meydanı, meydandaki çay alım yeri ve yanındaki cami evlerden daha rahat seçilebiliyordu. En uzakta ise yeşil maviye dönüşüyor gökyüzü ve deniz birleşiyordu. Denizin içinde henüz sönmekte olan güneş olmasa maviliğin nereye kadarının deniz nereye kadarının gökyüzü olduğu seçilemezdi. Hayranlıkla baktı her gün gördüğü manzaraya. Derin bir soluk aldıktan sonra, evler üzerinde şöyle bir göz gezdirdi. Derenin iki yakasındaki iki ev üzerinde durdu gözleri bir süre.  “Hayır, artık dönemem” dedi kendi kendine, “Bir yolunu bulacağım.”

Patika çay tarlası ile ormanı birbirinden ayırıyordu. Patikadan yukarısı, kestane, kızılağaç, arci ve moni ağaçlarıyla kaplı bir ormandı. Çay tarlasının iki yanında köyün içinden geçen dereye karışan iki küçük derecik vardı. Bunlar tarlanın doğal sınırlarıydı. Patika bu dereciklerin birini geçene kadar tarlaya paralel gidiyor, sonra ormanın içlerine doğru kıvrılıyordu. Gözlerini patikaya çevirdi. Ormanın derinliklerinde akşam olmuştu bile. Geceleri ormanın içi öylesine karanlık olurdu ki gözüne iğne girse görmezdin. “Geceye kalmadan kalacak bir yer bulmalıyım” diye düşünerek ormana daldı.
Karanlık iyice bastırmadan tarladan uzaklaşmak istiyordu. Ne kadar uzaklaşması gerektiğini, ne kadarının yeterli olacağını hesaplamamıştı. Yalnızca uzaklaşmak istiyordu. Tarladan uzaklaştıkça rahatlıyor, rahatladıkça da geceyi nerede geçireceği kaygısı kendini göstermeye başlıyordu. Ormanda ilerledikçe ayılar, kurtlar, domuzlar, çakallar aklına geliyordu. Başını sokacak bir yer bulmalıydı. Ama neresi? “Miyagots tepesine çıkmam lazım” diye düşündü. Bildiği köyden en uzak yer burasıydı. Üstelik Miyagots’ta bir yerlerde Maneloğli köyünden Lazların atmaca yakalamak için ağ kurduklarını ve orada bir kolibalarının olduğunu duymuştu.

Makriyal çarşısının içindeki tarihi köprüyü Hopa tarafına geçtikten sonra dere boyu çay tarlalarının içinden kıvrıla kıvrıla gelen yol, önce Hemşinlilerin Sovil, Lazların Skibuli dedikleri köyün içinden geçer, ardından Maneloğli köyüne varır. Maneloğlu köyünü geçtikten sonra ise Lazluk biter, Hemşinluk başlar. Burada dere ikiye ayrılır, iki dere boyunda iki Hemşinli köyü bulunur. Birisi Medoğumked diğeri Xeluked.

Hemşinliler buralara Hopa’nın köylerinden 1900’lerin başında gelmeye başlamışlar. Önce kiraya tuttukları tarlaları yavaş yavaş Lazlardan ve Çerkes ağalardan satın alıp köyler kurmuşlar. Bu yüzden genellikle Hemşinli köyleri Laz köylerinden daha yüksek yerlerde orman içlerinde olur. Medoğumked işte bu Hemşinli köylerinden biridir. Köyden yukarı artık Lazların toprağı kalmamıştır. Ancak bazen balık tutmaya dereye ya da atmaca avlamak için ormana gelmeye devam ederler.  
Köyün içinden geçen dere derin bir vadi yaratmış. Köy bu vadinin içine dere boyuna kurulmuş. Adı bu yüzden Medoğumked, yani Karanlıkdere konmuş. Vadinin sağındaki tepenin arkası Xeluked, solundaki tepenin arkası ise yine bir Hemşinli köyü olan Xetselandır. Miyagots ise derenin geldiği taraftaki üçüncü tepenin zirvesidir.

Hemşinliler atmaca avlamazlar. Lazların "sifteri" dedikleri atmacaya tutkuyla bağlı olmalarına da pek anlam veremezler aslında. Zahmetli bir iş gibi gelir onlara. Atmaca yakalamak için önce bir çekirge yakalanıp “ragi” denen bir kafeste iple bağlanır. Sonra onu avlamak için kafese gelen “ciceğen” dedikleri atmaca kuşu yakalanır. Maneloğlu köyünden genci yaşlısı atmaca tutkunları zaman zaman ellerindeki kuru bir ağaç dalına bağladıkları ciceğenlerle Medoğumkedin içinden geçerek Miyagotsun yolunu tutarlar. Miyagots tepesinde iki ağacın arasına gerdikleri ağın arkasında saklandıkları kolibadan çıkmadan ellerindeki, üzerinde atmaca kuşu olan odunu sallarlar. Bazen saatler süren bekleyişin ardından ciceğeni avlamak isteyen sifteri kendisi ağa takılır ve av olur. Yakalanan atmacalar eğitilerek bıldırcın avında kullanılır. Şimdilerde bıldırcından çok spor olsun diye avlanıyorlar ya neyse…İşte aklına düşen koliba bu avcı kulübesiydi. 

Nihayet kolibaya vardığında artık geceydi. Koliba dört direk ve etrafına çakılmış ağaç dallarından oluşan ve üzeri kumar yapraklarıyla kapatılmış derme çatma bir yerdi. İçeride yalnızca bir adam boyunda bir seki çakılmıştı. Sekiye uzandı. İlk önce derin bir nefes çekti içine. Kumar çiçeklerinin, toprağın, Kolibanın etrafını kapatmak için kullanılmış olan eğrelti otlarının karışık kokusu geldi burnuna. Gülümsedi. Uyumak istedi hemen. Başka hiçbir şey aklına gelmeden uyumak istedi. Gözlerini kapattığında dudaklarındaki gülümseme silindi. Aklına düşünceler hücum ediyordu. Kızları kaçıran ayılar, at kılığına giren periler, mezarından çıkıp gezen hortlaklar, goncolozlar, domuz sırtında gezen cadılar hep birlikte horon oynuyorlardı. Gözlerini açtı. Bu sefer başka düşünceler geldi aklına. “Ya yarın sabah erkenden kulübenin sahipleri gelirse…” Uykuya dalarken,  “Erkenden kalkıp, gidecek bir yer bulmam lazım” diye düşünüyordu. 

Son dört ayın en rahat uykusunu uyumuştu. Sekinin üzerinde yalnız uyandığında hemen yerinden kalkmadı. Gözlerini kolibanın içinde gezdirdi. Küçük pencereden masmavi gökyüzü görünüyordu. Yavaş yavaş kalktı. Yatağında uyandığı günler geldi aklına. Kolibanın önüne çıkıp önünde uzanan vadiye baktı. Denize kadar uzanan vadinin bütün havasını içine çekmek ister gibi derin bir nefes aldı. Geceden ıslanmış toprağın yoğun kokusunu duyumsadı ciğerlerinde. O anda ilk kez onları düşündü. Aklına ilk gelen  “Sabah yalnız uyandığında ne hissetti?” sorusuydu. Gözünün önünde canlandırdığı görüntünün kendisini eğlendireceğini düşünüyordu. Öyle hissetmedi. Hiçbir şey hissetmedi. “Ya babam?” diye düşündü sonra. Ve o anda sabahtan önce akşamı düşünmesi gerektiği aklına geldi. “Karanlık olup da eve dönmeyince önce tarlaya sonra da babamın evine bakmışlardır herhalde” dedi kendi kendine.

Babasını ve evini düşününce kendini evlerinin önündeki devasa dut ağacının altında gördü. Kardeşleriyle birlikte dutun etrafında koşturuyorlardı. Köyde çocuklar kendilerine birçok oyuncak bulabiliyorlardı. Toprağı eşeliyor, ağaç dalları topluyor, çay bahçesinde saklambaç oynuyorlardı. Hiçbir şey bulamadıklarında koca dutun etrafını el ele sarıp türkü söyleyerek dönüyorlardı.  O da kardeşleriyle birlikte oynarken bir yandan da onlara göz kulak oluyordu. Ablası evlendikten sonra diğer çocuklara o bakmaya başlamıştı. Kapıda oynarken eve gelen kalabalığı gördü birden. O gün ne anlama geldiğini anlamadığı bu sahne şimdi öfkelendiriyordu onu. “Ne yaparlarsa yapsınlar, dönüş yok artık” diye geçirdi içinden.

O gece gerçekten kocası babasının evine gitmişti. Önce konu komşuya sormuş, izini bulamamışlardı. Ardından tarlaya gitmiş, derecikleri, yolları, uçurumları, çay köklerine varana kadar her yeri aramışlardı.  Bulamayınca kaçtığına kanaat getirip babasının evinin yolunu tutmuşlardı. Kocası babasının çok eski bir arkadaşıydı. Akran sayılırlardı. Babasından en fazla birkaç yaş küçüktü. “Ben sana güvendim, aldım senin çıkmış kızını, bak başımıza neler getirdi” demişti babasına. “Kız burada ise sakın saklamaya kalkmayın. Bu işin hesabı başka olur o vakit” diye bir de tehdit etmişti. Babası utancından yerin dibine girmiş, kızdan haberi olmadığına yeminler etmiş, güç bela inandırmıştı arkadaşını. Çaresizce evine dönen kocasının ve babasının evinde gece boyunca nereden ve ne zaman geleceği bilinmeyen bir haber beklenmeye başlanmıştı. 

Babası bu işten annesini sorumlu tutuyordu. Ablasını sevdiği adama vereceğim diye geleneği çiğnemeseydi bunların hiçbiri başlarına gelmeyecekti. Ablası henüz on beş yaşındayken amca çocuğu “kızı ben alacağım” diye ortaya çıkmış, niyetini herkese duyurmuş ve gelecek elçilerin de önünü kesmişti. O günlerde akrabadan birinin “ben alacağım” dediği kızı dışarıdan birilerinin istemesine imkan yoktu. Geleneğe uymazdı böyle bir şey. Tabi geleneğin bağlamadıkları da vardı. Sülalesi biraz güçlü olan, kalabalık olan kendini geleneğe uymak zorunda hissetmeyebiliyordu. İşte ablasının konuştuğu oğlan böyle bir sülaledendi.

Annesinden başka kimse bu sevdayı bilmiyordu. Amcaoğlu için kızı istemeye geleceklerini söylediklerinde kızının yalvarmalarına dayanamayıp sevdiği oğlanın ailesi ile konuşmuştu. Kızı onlardan önce istemelerini sağlamıştı. Tabi durumu öğrenen akrabalar eve doluşmuşlardı hesap sormaya. Az kalsın kan gövdeyi götürüyordu. İlle de, “biz gelinimizi götüreceğiz” diyorlar, başka bir şey demiyorlardı. Tam kavganın kopacağı vakit annesi kardeşleriyle dutun altında oynarken görmüştü onu. “Durun” demişti, “Olan oldu, giden gitti. Adamlara kızı verdik, ellerinden alamayız. Bu adamlar nişanladıkları kızı geri verecek adamlar değil. Biz onlarla baş edemeyiz.” Allem etmiş kallem etmiş, ablasının yerine henüz on iki yaşındaki kardeşini almaya razı etmişti amcaoğlunu. Böylelikle kızcağız o yaşında gelin olmuştu.

İlk başlarda iyi bir çözüm gibi görünen bu evlilik zamanla problem olmaya başlamıştı. Birçok kişi kocasını, almak istediği kızı alamadığı ve bu evliliğe razı olduğu için kınıyordu.  Kocasının kardeşleri ve yengeler de bu durumdan çok hoşnut değillerdi. Kızın gelinlik edemediğini, evin işlerini beceremediğini, ablası gibi olmadığını söyleyip duruyorlardı. Bundan dolayı evde kavga gürültü eksik olmuyordu. Evliliklerinin üzerinden üç yıl geçtiği halde çocuklarının olmaması ise iplerin kopmasına neden olmuştu. İlk evlilik işte böyle bitmişti. Ailesinin evine döndüğünde artık bir an önce savuşturulması gereken bir belaydı. Kimse evinde çıkmış bir kız tutmak istemezdi. Derhal münasip bir koca aranmaya başlanmıştı. Bu sırada babasının arkadaşının karısı öldü. Arkadaşı yedi çocuklu ve kırk yaşlarındaydı. Hali vakti yerinde, bin baş mal sahibi biri olduğu için yaşı da çok çocuğu olması da pek problem sayılmamıştı. Zaten bir an önce ondan kurtulmak istedikleri için bu evlilik hemen gerçekleşmişti.

“Şimdi Xeluked, Xetselan hatta Osmaniye’ye haber gitmiştir” diye düşünüyordu, “Nereye gideceğim?” Köye sırtını verdi ve karşısındaki büyük tepeye baktı. Bu tepe Sultan Selim tepesiydi. Sultan Selim’in arkası Hopa’nın Xigoba köyüydü. Kendileri de zamanında Xigoba’dan göç etmişlerdi. Eski köylerine daha küçükken annesiyle beraber birkaç kere gitmişti Sultan Selim’i aşarak. Miyagots tepesinin arkasında bir küçük vadi daha vardı. Bu vadiye inip Sultan Selim’e doğru tırmanmaya başladı. Çok acıkmıştı. Akşamdan bu yana hiçbir şey yememişti. Yalnızca karşısına çıkan her pınardan su içmişti. “Sultan Selim’i aşmadan durmak yok” dedi kendi kendine. Güneş tepesine çıktığında Sultan Selim’i geçip Xigoba’dan aşağıya döndü. Döner dönmez köyün neredeyse tamamını gören bir noktada bulunan koca kestane ağacının dibine oturdu. Bir süre köyü izledi.
Sultan Selim tepesine çok yakın, neredeyse ormanın içinde bulunan bir iki ev vardı. Bunlardan birini gözüne kestirdi. Köy evlerinin yanında ineklerin barınağı olan kum, kumun üzerinde çeşitli malzemelerin konduğu ve mısır vb kurutulan merek bulunurdu. Genellikle mereğin bir yanında tavukların barınağı havnots olurdu. “Buralarda illaki yiyecek bir şeyler bulabilirim” diye düşündü. Öyle de oldu. Biraz mısır, biraz kurutulmuş hurma ve birkaç yumurta alarak tekrar ormanın içine döndü. O gece köye en uzak tarlalardan birinin içindeki pagen de kaldı.

Batum’dan gelip, bir yanı Makriyal bir yanı Bağlivan olan Cefuka Tepesi’nden geçen, oradan Osmaniye, Xetselan ve Medoğumked’in tepelerindeki geçerek Sultan Selim’e çıkan bir yol vardı. Rus hakimiyeti döneminde yapıldığı için Rus yolu olarak bilinen bu yol Sultan Selim’i Cankurtaran Geçidine ve oradan da Hopa’ya bağlıyordu. Sahil yolu yapılmadan önce motorlu taşıtlarında kullandığı bir yoldu bu. İşte bu yolun etrafındaki Borçka’ya, Hopa’ya ve Makriyal’a bağlı Hemşin köylerinin uzak tarlalarındaki pagenlerde, kolibalarda kalmaya başladı. Gündüzleri sürekli yürüyor, yer değiştiriyordu. Bir köyden yiyecek aldığı zaman, o köyün en uzağındaki başka bir köyün tepelerine geçiyordu geceyi geçirmek için. 

Bütün köylerde hikayesi dilden dile dolaşıyordu. Çoğu, “Kadın başına dağda ne işi var?”diyordu. Kimi acıyor, kimi kızıyordu. Bazı kadınlar yardım etmek istiyor, evin erkeklerinden gizli tarlalarda yiyecek ve giyeceklerini ‘unutuyorlardı.’Zaman zaman tarlalarda çalışan tanıdık kadınların yanına gidiyor, onlarla konuşuyor, kiminden battaniye, kiminden patates, pirinç ve mutfak malzemesi alıyordu. Bir süre sonra kendisine bir sığınak yaptı. Sığınak Miyagots ile Sultan Selim tepesinin arasındaki vadide kurdun kuşun geçmediği bir yerdeydi. Bir su akıntısının içinden ulaşılan yolunda iz bırakmadığı için bulunması imkansız bir yerdi. Yavaş yavaş dağdaki yaşama alışmış, yaşantısını belli bir düzene sokmuştu. Başlardaki belirsizlikler yerini rutinlere bıraktıkça korkuları da kaybolmuştu. Ne zamana kadar dağda yaşayacağını bilmiyordu. Ama geri dönmek gibi bir düşünce aklının ucundan bile geçmiyordu. 

Bu durum yaklaşık üç ay sürdü. Dört ay sonra bir sabah sekisinde uyandığında karnında bir hareket hissetti. Daha önce hiç hissetmediği türden bir hareketti bu. Karnında bir kelebek kanat çırpıyordu sanki. Bu durum her şeyi değiştirdi. Artık ne yapacağını bilemiyordu. Bir yandan bebeği istiyordu. Bir yandan düşürmek istiyordu ama günaha girmekten de korkuyordu. Kocasına dönmek istemiyordu. Ama onun çocuğu kendisine bırakmasının mümkün olmadığını da biliyordu. Bir kadın kocasından ayrılsa bile çocuğunu asla alamazdı. Babasının evine ‘elin’ bebeğiyle dönmesi de mümkün değildi. Babası buna razı olmazdı. Babası buna razı olsa bile kocası ve ailesi buna asla izin vermezdi. Dağda kalmaya devam edebilirdi. Ama burada çocuğu nasıl doğuracaktı.  Düşünceler aklına hücum ediyordu. Her an bir karara varıyordu. Sonra vazgeçiyor, yeni bir karara varıyordu. Bütün günü düşüncelerini ayıklamaya çalışarak geçirdi. Karanlıkla birlikte bütün düşüncelerini de karanlığa bırakarak uykuya daldı.

Sabah kalktığında sığınağın ucunu bucağını gezdi. Her köşesine dokundu. Gözlerini kapattı ve derin bir soluk çekti içine. Sığınağının kokusunu içine hapsetmek istiyordu.  Ne yapacağını düşünmediğini fark etti. Karar verilmişti.
O gün bugündür bir maniyle gezer durur hikayesi:

karadutun altinda
daha oyun çağumda
kokladuğum yar değil
el kokusu burnumda 

Mahir Özkan

Ocak 2015