7 Kasım 2014 Cuma sabaha karşı
annem Ardeletsi Suti’yi kaybettim. Üşümüş hissediyorum. İlk aklıma gelen bu. Üşüyorum.
Herkes böyle mi yaşıyor bilmiyorum. İnsanların acıları hem akrabadır birbirine
hem de kendine has. Belki bu yüzden yarıştırılmaz acılar. Ben üşüyorum. Herkes
kadar mı? Bilmiyorum. Bir önemi de yok
zaten. Bir annenin kaybı nefes almaya benziyor. Sıradan ama yaşamsal. Nefes
alamıyorum. Üşüyorum. Çünkü o biricik varlığın sevdiği biçimde sevilmeyeceğim
bir daha. Bir evlat olarak yitirdiğim işte bu. Bilirsiniz o duyguyu; “ne olursa
olsun, hayatım nasıl değişirse değişsin, başıma ne gelirse gelsin beni sevecek
biri var” diye düşünürüz ya…işte o biri yok artık. Üşüyorum.
Annemin koynunda uyuduğum günlere
dönüyorum önce. Kız kardeşimle annemin yanında uyumak için kavga edip dururduk.
Annem sıraya koymuştu bizi. Buna rağmen kavgaya tutuştuğumuz zamanlarda kardeşimi
kayırırdı hep. Sonradan beni kenara çeker kulağıma: “orti ina mar çuni, anu
hama dzotses arnu çim kidana gu, tarsutin gelli- yavrum onun annesi yok, onun
için kendisini koynuma almıyorum zanneder, haksızlık olur” der, beni ikna
ederdi. Sonuçta iki yataklı orta oda da bir şekilde yatar ve uyumadan önce hep
birlikte duamızı ederdik.: “yattım sağıma, döndüm soluma, sığındım süphan
Allah’ıma, melekler şahit olsun dinime imanıma, peygambere selam olsun beni ak
cennete koysun.”
Bu öğrendiğim ilk duaydı. Daha
sonra başka dualarda öğrendim. Annemin sadece annem değil aynı zamanda Hemşin
kültürünün yaşayan bir kaynağı olduğunu anladığımda kaydettiğim dualar.
Bunlar Hemşin tarihi ve kültürü hakkında
eşsiz ipuçları veren dualardı.
Bir tanesi annemin korkan insanlar
korkularından kurtarmak için okuduğu bir duaydı. Korku duası. Ablama öğretmem
için bana öğrettiğinde Arapça yerine Hemşince sözlerle karşılaşınca şaşkına
döndüğüm dua. Ablama kendisi direk öğretemiyordu. Çünkü bu duayı kadın erkeğe,
erkek kadına öğretebiliyordu. Öğrettiğin kişiden başkasına da söylememen
gerekiyordu. Ben annemin sözünü dinlemedim o zamanlar. Bunun kültürümüz için
çok önemli olduğunu düşündüğüm için yazıp yayınladım. Umarım beni affedersin
annem.
Diğer bir dua ise Hemşinlilerin
Hristiyanlıktan Müslümanlığa geçişlerini simgeleyen bir dua idi. İnsanların
islama geçtiklerine dair bir çeşit ant içme töreninin bir parçası olduğu
izlenimi veren bir dua. Annem bana dualarla birlikte birçok şey öğretti.
Farkında bile olmadan.
Annem acılar karşısında inanılmaz
derecede dayanıklı bir insandı. O kadar çok hikayesi var ki bununla ilgili. Bir
keresinde tarlada birlikte çalışırken parmağını kesmişti. Parmağını kestiğini
durup başındaki yazmayı parmağına sardığını görünce fark etmiştim. “Ne oldu?” diye
sorduğumda, “İnçik ça, kiç me gedretsi- bişey yok, biraz kestim”demiş; ot
biçmeye devam etmişti. Eve gidip yazmayı açtığımızda başparmağı ile işaret
parmağı arasında kemiği görünecek kadar derin bir kesik olduğunu görüp ona
kızmıştım. Ama o “ah” dememişti.
Sadece bu türden acılara karşı
değil; başka acılara da katlandı. Babama katlandı mesela. Babama katlanmasının
tek nedeni toplumsal koşullar, çocuklar falan sandım uzunca bir süre. Doğruydu
da kısmen ama sadece kısmen. 80 yaşına yaklaştığı günlerde keşfettim annemin
içindeki kadını. Ve o kadının babama aşık olduğunu. Benim kolayından
anlayabileceğim bir durum değildi bu. Belki hala anlamıyorum. Ama babamın ölüm
tehlikesi geçirdiği bir kriz anında annemin onun başını kucağına alıp, sarılıp,
yüzünü okşarken gözlerinde gördüm o aşkı.
Annemin bildiği türküleri
manileri kaydetmeye başladıktan sonra iyice tanıştım kadın annemle. Gençlik
yıllarında da aşık olmuştu. Türkü söylenmişti üzerine, kendisi türküler
söylemişti aşığına. Meğer benim annem “gor-imece”ların aranan manicisiymiş.
Ölümünden önce köyü Ardala’ya yaptığımız son ziyaretlerde onun manici
arkadaşlarıyla tanışma şansım oldu. O günlerin nasıl gözlerinde canlı durduğuna
şaşırarak tanık oldum. Sevmiş, sevilmiş, beğenilmiş, güzel türkü söyleyen kız diye
nam salmış. Annesinin bir zamanlar “kadın” olduğunu, anne olduktan sonra da
aslında bir yanıyla hep “kadın” kaldığını kolay fark etmiyor insan. Benim annem
bütün acı hatıralarına rağmen aşık bir kadındı ne mutlu ki.
Annem toprak insanıydı.
Köyümüzden kalkıp İstanbul’a göç ettikten sonra da, İzmit’e taşındıktan sonra
da toprakla bağını hiç koparmadı. Her gittiğimiz yerde, kirada oturduğumuz
yerlerde dahil olmak üzere hep bir bahçesi oldu annemin. Ya evin arkasındaki
küçük toprak parçasını ya başkasının tarlasını ya da bir dere yatağını babamla
birlikte bahçeye çevirirdi. Babam her yere ağaç diker, setler yapar, oturaklar
çakardı. Annem de fasulyeden kabağa, maruldan maydanoza, salatalıktan domatese
sebzeler eker bahçeyi yemyeşil yapardı. Tabi bütün bahçelerinden her mevsim
lahana eksik olmazdı. Aslında çok verimli yerler değillerdi. Bizim kar zarar
hesaplarına vurduğumuzda oradan gelecek olan oraya harcanan emeğe değmezdi. Ama
o öyle düşünmüyordu. Bir keresinde bu işlerle uğraşmamasını, yorulduğunu söylediğimde
anladım bunu. Bana şunu söyledi sadece: “orti hoğe boş obol enuş gelli ta? İnçi
me enoğes al, otked teved tadele- yavrum toprağı boş bırakmak olur mu? Bir şey
yapacaksın da elin ayağın tutuyorken.”
Hayvanlarla ilişkisi de toprakla
ilişkisi gibi bizden çok farklıydı. Belki de topraktan bile öte bir yakınlık
kurardı hayvanlarla. Hayvan beslerken de esas derdi kazanç elde etmek değildi.
Sarıkız, beşbina, yaşadi benim tanıdığım ineklerimizdi. Hepsinin ayrı ayrı
kişilikleri vardı. Sarıkız çok kavgacıydı. Yaşadi uysal görünürdü. Beşbina ise
başına buyruk bir inekti. Bazı akşamlar “gilif”in tarlasında yatar eve
gelmezdi. Ama bir ortak noktaları vardı. Hiçbiri annemden başkasına kendisini
sağdırmazdı. Annemle “dadants- baba evine ziyeret” a Ardala’ya gittiğimiz
günleri hatırlıyorum. Ablamlar geldiğimizde ineklerin elinden çektiklerini
ballandıra ballandıra anlatırlardı. Ne yapıp etmişlerse beşbina’yı
sağamamışlar. Tekmeler ve boynuz darbeleri ile her yerleri yara bere içinde
kalmış. En sonunda iyice örtünerek annemin giysilerini giyip onu taklit ederek
sağabilmişler. Beşbina annem ona seslendiğinde ne yapıyor olursa olsun durur,
kafasını kaldırır ve efendim dercesine “mö” lerdi. Annem gel deyince gelir, git
deyince giderdi. İstanbul’ a göç edeceğimiz zaman beşbina’yı kasaba vermiştik.
Annem dostunu, arkadaşını, aileden birini kaybetmişçesine üzüntü yaşamış,
günlerce yas tutmuştu.
Çocukluğumdan itibaren aynı
zamanda bir cehennemi yaşadı annem. Orta odaya sığınıp birlikte ağladığımız
günleri unutmam mümkün değil. Babamın kendisine uyguladığı şiddetten çok,
annesine ve babasına ettiği küfür ve hakaretler yüzünden ağlardı hep. Yaptığı
her işte, attığı her adımda hata aranmış, olan büyütülmüş, olmayan yaratılmıştı
yıllarca. Böylece annemde korkmak refleks olmuştu. Kazara yüksek sesle
seslensen yerinden fırlar panik içinde koştururdu yanıma. “orti inç ağav-
yavrum ne oldu” diye. Her an kendisine kızılacağı, hakaret edileceği,
dövüleceği korkusuyla yaşıyordu sanki. Bunu fark ettikten sonra ona uzaktan
seslenmekten vazgeçmiştim. Bir şey söyleyecek olsam yanına gidip usul usul
söylüyordum. “ye maaa” diye başlayor, sesimi yumuşatıp uzatıyordum….
Kendisi için korktuğu gibi benim
için de korkuyordu. Hemşince ve Hemşin kültürü üzerine araştırmalar yapıp,
derlemeleri kaydetmeye başladığımda ister istemez Ermeni köklerimiz gündem
oluyordu. Bu konunun gündeme geldiği bir gün hiç okul görmemiş olan annem,
“kena emmen dağ ermeniyim asa u kezi gedrin- git her yerde Ermeniyim de de seni
kessinler”diyerek konuşmayı bitirmişti. O gün şunu anladım ki annem sadece
babamdan korkarak yaşamamış, babamla ortak korkulara da sahipmiş. Herkeste
farklı farklı biçimler alsa da biz korkularla dolu bir halkmışız.
Son yıllarına doğru artık bu
meselenin daha rahat konuşulduğunu, bazı şeylerin değiştiğini o da
hissediyordu. Hemşince albüm çıkmış, dernek kurulmuş, televizyonda bile zaman
zaman Hemşince ile karşılaşır olmuştu. Bu onu biraz olsun rahatlatmıştı. Artık
daha rahat anlatıyordu her şeyi. Bazen aklına gelen şeyler oldukça kendisi
söylüyordu, “aha midkes xağ me eyev, asim gayit aa- aha aklıma bir mani geldi,
söyleyeyim kaydet” diye. Vova albümü bu rahatlamanın ilk ve en unutulmaz
adımıydı. Albümü aldığımda ona haber vermeden çalmaya başladım. O sırada rutin
ev işleriyle meşguldü. Nasıl bir tepki vereceğini merak ediyordum.
Bilgisayardan “maha arakag maha, maha arakag maha” sözlerini duyar duymaz
elindeki işi bıraktı, bilgisayarın karşısına geldi oturdu. Ben gözlerim dolu
dolu onun sevinciyle sevinçli onu izliyordum. O ise bilgisayar ekranından
gözünü ayırmıyordu. Ekranda ekran koruyucu resimler arka arkaya boy
veriyorlardı. O resimlere değil, resimlerin arkasına bakıyordu sanki. Gözlerini
ekrandan ayırmadan, parçaların hepsine eşlik ederek bütün albümü dinledi. Gözleri dolu dolu kendi gençlik günlerini
gorları, sevdalıkları, atma türküleri, düğünleri anlattı, maniler söyledi.
Son yıllarında en büyük eğlencesi
Hadig’ te yapılan ihtiyar buluşmaları olmuştu. Köyden gelir gelmez, “yep
ertoğuk derneğn i yus? As dari al enoğek ta?- ne zaman gideceğiz derneğe? Bu
sene de yapacak mısınız?” diye soruyor, “Tosumoğlin al egoğa ta? An im soy
engersa - Tosumoğli da gelecek mi? O benim iyi arkadaşımdır” diyordu. O
buluşmalarda uzun zamandır görmediği arkadaşlarını görüyordu. Sohbet sohbet
üstüne, türkü türkü üstüne geliyor, horon bile oynuyordu. Seksene dayanan
yaşına rağmen bana mısın demiyor, gençlik günlerindeki gibi neşe doluyordu.
Kendisi için bir şeyler istemeye
hiç alışmamış olan annemle yeterince vakit geçirip, ona seveceği yerlere
götürüp gezdiremedik diye şimdi hayıflanmanın belki faydası yok. Çünkü artık o
yok. Ama bundan kaçınabilmenin de imkanı yok. Belki son isteği son yazında
memleketi görmek oldu. Bir haftalığına doktordan izin alıp köye ve yaylaya
gittik. Orada ben uykusuz geceler geçiriyordum, acil bir durum olursa ne
yaparız kaygısıyla, ama o çok rahattı son zamanlarda hiç olmadığı kadar
rahattı. Ağrılarından şikayet etmiyordu. Yaylada geçirdiği her anı ibadet gibi
yaşadı. İyi ki gitmişiz. Döndükten sonra Halil abim hastane gidiş gelişlerinin
hepsini birer gezintiye çevirdi. İyi ki yapmış. Babamla birlikte Eyüp Sultan’a
gittiğimiz günkü ışıltıyı keşke daha önce görseydim gözlerinde. Keşke daha
fazla yere götürebilseydim annemi. Son zamanlarını işte böyle yaşadık, keşkeler
ve iyi kilerle.
Annem hastalığının son dönemine
girdiğinde konuşamaz olmuştu. Ama bizi duyabiliyordu. Bunu gözlerinin
hareketlerinden ve mimiklerinden anlayabiliyorduk. İşte o günler çattığında
yapılabilecek şeyler çok azalıyor. Ne yapabilirim diye düşünüp duruyor insan.
Ne yapmamı isterdi şimdi? Şu anda istediği bir şey var mı? Sonra aklıma vova albümünü ilk dinlediği
zaman geldi. Aklıma Ayşe ablam ağır bir ameliyat geçirip de annemin kendi
durumunu unuttuğu, bize de unutturduğu o kara günler geldi. Kendinden geçip
ablama verdiği nasihat geldi aklıma: “Orti! Ya turki asoğes, ya mernoğes.
Keloxed gaxske mi! Çkides ta a yes kezi sorvetsnim gu –yavrum ya türkü
söyleyeceksin, ya öleceksin. Başını asma! Bilmiyorsan ben sana öğretirim.”
dedi. Ardından ekledi: “İşun yok mi aldurma kavalun uci hurma.” Bilgisayarı
açtım yanına götürdüm. Vova’dan Raşa’yı ve Ayşenur Kolivar’dan Nohars Ellim’i
dinlettim. Gözlerini kocaman açtı. İçi gülüyordu. Ağzının içinde eşlik ediyordu
parçalara. Pırıl pırıldı gözleri. Işık
ışık. Sonra gözlerinin kenarından yanaklarına
aktı ışık.
Annem nar seviyordu. Yemek yemeyi
bıraktıktan sonra Sevgi ve Elmas ablam nar tanelerini ezerek hazırladıkları nar
suyunu içiriyorlardı ona. Önceleri pipetle bir iki yudum içiyordu. Sonra çay
kaşığıyla yalnızca tadını duysun diye ağzını ıslatıyorduk. Küçük çay kaşığından
sızan nar suyu bazen yüzünü ıslatıyordu. Bundan hiç hoşlanmıyordu annem.
Birimiz nar suyunu verirken birimiz elinde peçeteyle nazlı annemin yüzüne sızan
nar suyunu siliyordu. Yüzünü ıslak bırakmadığımız için gözlerinin içi
gülüyordu. İçinden “nohars ellim” i söylüyor ve sanki ilk defa gelin oluyordu.
“Beni tabutla gömün. Başımda ışık
yakın. Karanlığın içinde bırakmayın, korkarım” demiştin, anne. Öyle yaptık.
Artık hiç korkma anne, ben korkmuyorum. Sen şarkılarını söyle anne, kimse
duymasa da ben duyuyorum.
Mahir Özkan