İki defa üniversite sınavına girdim. İkisinde de hiç heyecanlanmadım. İlkinde istediğim yeri kazanamayacağımı biliyordum. İkincisinde de kesinlikle kazanacağımı biliyordum. Öyle de oldu. Artık üniversiteli olmuştum. İlk defa ailemden uzaklaşacaktım. Kendi başıma yaşayacaktım. Beni asıl heyecanlandıran buydu. Kendime ait bir hayatım olacağını düşünüyordum. Tabi bu düşüncem fazla uzun sürmedi. İnsanın kendine ait bir hayatının olması pekte kolay bir şey değilmiş.
Adana’ya gideceğim belli olunca bizimkiler orada bir tanıdık olup olmadığını düşünmeye başlamışlardı. Ben böyle birinin bulunmasını istemiyordum. Ama bulundu. Dayımın memur olan oğlunun tayini Adana’ya çıkmıştı. Ben: “ne şans ya! tam da benim sınavı kazandığım yıl adamın tayini Adana’ya çıkıyor” diye düşünürken bizimkiler çoktan dayıoğluna telefon etmiş; eti senin kemiği benim misali emanet etmişlerdi beni.
Adana’daki ilk günlerimden itibaren mecburen dayıoğluna gidip gelmeye başlamıştım. İlk başlarda zorunlu ziyaretlerdi benim için bu ziyaretler. Daha sonraları kendi hayatımı yaşamanın yanı sıra kirli çamaşırların yıkanması da beni kaygılandırmaya başladıkça Adana’da rahatlıkla gidebileceğim bir akraba evinin olması hoşuma gitmeye başlamıştı. Artık bir hafta gitmezsem diğer hafta gidiyordum Osman ağabeyimin evine. Genellikle Cuma akşamları gidiyor, Pazar akşamları yurda geri dönüyordum. Daha sık gitmemin nedeni yalnızca kirliler değildi tabi. Onlara çok alışmıştım. Yengem Libaze yoksulluktan mucizeler yaratan bir kadındı. Ev geçindirme uzmanı gibiydi. Kocası ve beş çocuğuyla koca aileyi memur maaşıyla geçindirmek, hem de her bir ihtiyacını az çok yetiştirmek herkesin başarabileceği bir iş değildir. Libaze yenge, her mevsimin en ucuz sebzelerini alır, bu sebzelerin en güzel yemeklerini yapardı. Evlerinin arkasındaki sulama kanalının kenarında küçücük bir alanı çevirmiş; lahana, soğan, domates yetiştirmişti. Bir yandan da nakış işleri yapıyordu komşulara. Bu işte de oldukça yetenekliydi. Ev işlerini bitirince el işini alırdı eline. Bir taraftan el işini yaparken bir taraftan da sohbet ederdik. Sohbetlerimizin konusu genellikle yoksulluk, geçim sıkıntısı, köy yaşamıyla şehir yaşamının karşılaştırılması, Hemşin gelenek görenekleri vb. oluyordu.
Libaze yenge hem şehirli olmakla övünür, hem de şehirde geçinmenin zorluklarından yakınırdı. Şehrin olanaklarından yararlanamamaktan şikayet ederdi. Yine de her gün ahıra, tarlaya gitmediği için hayatından genel olarak memnun sayılırdı. Hürmetkar bir kadındı. Evinde ağırladığı misafiri memnun etmek için elinden geleni yapardı. Evet, “hanım” olmuştu ama yine de köylü samimiyetini kaybetmemişti. Zaman zaman köyü özlediğini de hissederdim. İşte bu yüzden benimle sohbet etmeyi çok severdi. Çünkü O Türkçe konuşmaya özen gösterse de ben özellikle onu Hemşince’ye zorlardım. Tabi O buna bir anlam veremezdi. Onun için Hemşince köye ve eskiye, momilere ait bir dildi. Benim gibi bir üniversiteli ne diye köylüler gibi Hemşince konuşmaya özenirdi ki? Çocukların dilini bozarım diye de kaygılanıyordu belli ki. Onların yanında kesinlikle konuşmuyordu Hemşince. Ama içten içe Hemşince konuşmak hoşuna gidiyordu.
Bir sohbetimiz sırasında yine geçim sıkıntısından şikayet etmeye başlayınca dayanamadım sordum:
- “Yahu yenge, geçim sıkıntısından söz edip duruyorsun. Beş çocuğu okutmanın ne büyük zorlukları olduğunu söylüyorsun. Tamam… Haklısın da… Sen ne diye beş tane çocuk yaptın ki?”
- “Niye olacak? Momiler yüzünden.” dedi.
- “Nasıl yani?” dedim. Şaşırarak.
- “Nasıl olacak? Biliyorsun benim ilk önce bir kızım oldu. Sonra bir de oğlum. Bir kız bir oğlan yeter bize dedik. Ama momilere yetmedi. Beş sene geçip de üçüncü çocuğu doğurmayınca tepeme çöreklendi bunlar. Osman’ın anası, benim anam, halam, teyzem. Hepsi ağız birliği etmişler. Kime gitsem aynı söz: ‘Orti, mança dağa me a unnatsi. As aşxaris pone balli elli çi. Abruş go, mernuş go. Meg sunov bad elli çi. ( yavrum bir erkek çocuk daha doğur. Bu dünyanın işi belli olmaz. Yaşamak var. Ölmek var. Bir direkle çeper olmaz)’” dedi.
- “ Sen de doğurdun tabi bir çocuk daha.”
- “Evet, ikinci kızım Tezcan’ı doğurdum. Benim için erkek olmuş, kız olmuş çok fark etmiyordu. Aslında rahatlamıştım. Denemiştim. Ama olmamıştı. Momilerde artık bir şey demiyorlardı.”
- “Diğer çocukları niye yaptın o zaman?” diye sordum.
- “Niye mi? Tezcan beş yaşına gelince momiler yine başladı: ‘orti kani daagan ağar, hedev pişman gellis. Meg manç me a unnatsi. Meg sunov bad elli çi. (yavrum kaç yaşına geldin. Sonra pişman olursun. Bir erkek daha doğur. Bir direkle çeper olmaz’ dediler”
- “İkizler böyle doğdu demek”
- “Evet. Onlarda kız olunca artık momiler çocuk meselesini bir daha açamadılar. Zaten benden de geçmişti artık”
Mahir Özkan
kulturumuzu ınsanlara tanıttdıgınız ıcın gercekten cok tesekkur ederım yardım cı olabılecegım bır konu varsa elım den gelenı yapmaya hazırım
YanıtlaSil