18 Eylül 2008 Perşembe

Cadı Hikayeleri 1

(Agos' un 10 Ekim 2008 tarihli 653-654. sayısında yayınlanmıştır)

Yaylalarda korku hikayesi dinlemenin tadı bir başkadır. Yaylanın atmosferi bu hikayelere çok uygundur. Güneşin batmasıyla birlikte ay ve yıldızlardan başka ışık kaynağı bulamazsınız yaylalarda. Elektrik yoktur. Televizyon ve bilgisayar yoktur. Yaylada insanlar uzak hikayelerin izleyicisi olmazlar. Yanı başlarındaki hikayelerin kahramanlarına dokunurlar. Gaz lambasının solgun ışığı evlerin küçücük pencerelerinden belli belirsiz sızar. Uçsuz bucaksızmış duygusu veren ovanın ortasında dünyanın bu zamanının dışına fırlatılmış gibi hissedersiniz. Toprak zeminli, bir ya da en fazla iki gözlü, karataştan yapılmış ve üstü brandayla örtülmüş evlerin ortasında kuzineli sobalar yanar. Gece sessizlikle birlikte çöker ovaya. Geceyi dinlemek için dışarı çıktığınızda ne köylerdeki gibi ateşböceklerinin ve derenin sesini duyarsınız ne de kuşların; yayla gecelerine egemen olan mutlak bir sessizliktir: Ürkütücü bir sessizlik. Bugünü hatırlatan ufak tefek simgeleri saymazsanız zamanın hangi diliminde olduğunuzu bilebilmeniz imkansızdır.

Bu sessiz gecelerde sobanın etrafında toplaşır, kuzinede pişen patatesleri beklerken momilerin hikayelerini dinlerdik. Bu hikayelerin en ünlüleri ise cadı hikayeleridir. Cadı hikayelerini genellikle momi anlatır. Anlatırken de çok dikkatli bir dil kullanır. Çünkü hikayenin kahramanı aramızda yaşayan biridir. Momi bir yandan bir masumun günahını almaktan bir yandan cadının kendilerine de musallat olmasından korkar. Bu yüzden “mağke kelğhun-günahı başına” der, cadının ismini söyledikçe. Anlattığı hikayenin rivayet olduğunu bildiği halde adeta kendi yaşadığı bir olaymış gibi gerçeklik duygusuyla anlatır. İsim, yer, zaman vererek anlatır. Üstelik gerçekten yaşanmış ve herkesin malumu olan olaylarla bağlantılandırarak anlatır. Velhasıl anlattıklarına inanır.

Kızgın sobanın ağzından sarı kızıl alevler dışarı saldırırdı. Alevlerin kara gölgeleri Mominin yüzünde dans ederdi. Mominin yüzüne yüzyıllardan süzülen bir bilgelik gelir yerleşirdi. Gözümü dikip gözlerinin derinin dinlemiştim bu hikayeyi:


“Bir Hemşin köyünde yeni evli bir çift varmış. Genç çift ilk bebeklerini kucaklarına aldığında büyük bir mutluluk yaşamış. Ama mutlulukları kısa sürmüş. Bir süre sonra bebek annesini emmez olmuş. Beti benzi atmış. Bembeyaz kesilmiş. Önce bebeği başkasına emzirmek istemişler. Ama fayda etmemiş. Nazara geldiğine inanmışlar. Bebeği hocalara götürmüşler. Nazar duaları, korku duaları okunmuş ama fayda etmemiş. Yavruları gözlerinin önünde erimiş. Sonunda doktora götürmeye karar vermişler. Hiçbir şey çare olamamış dertlerine. Bebekleri ölmüş. Büyük üzüntü yaşamışlar. Gel zaman git zaman kadın tekrar gebe kalmış. Adam büyük mutluluk içindeymiş. Eşine çok özen göstermiş. Sonunda bebekleri dünyaya gelmiş. “Lusnika yi bes- ay gibi” parlayan bir bebekmiş. Ama bir süre sonra bu bebekte diğeri gibi solmaya başlamış. Yemeden içmeden kesilmiş. Tüm çareleri denemelerine rağmen çocuğu kurtaramamışlar. Kadın üçüncü bebeğini yaza yakın doğurmuş. Her yaz olduğu gibi ev ahalisinin yaşlıları ve çocukları yaylaya çıkmış. O zamanlar gençler ve kadınlar ilk sürüm çayı topladıktan sonra yaylaya çıkar, ikinci sürüm çay için geri köye gelirlermiş. Anne bebeği çok küçük olduğu için yaylaya göndermek istememiş. Momi diğer çocuğundan olan torunlarıyla çıkmış yaylaya.

Çocuk oldukça sağlıklı görünüyormuş. Adam ise bebeklerinin durup dururken neden öldüklerini anlayamamakta, bu bebeğini de kaybetme korkusuyla yanıp tutuşmaktaymış. Bir yaşlı kadın adamın bu durumunu öğrenince gelip adama nasihatte bulunmuş: “Orti, ku dağotse cadun guda, kişerner bedaa, perna caduin- yavrum senin çocukları cadı yiyor. Geceleri bekle, yakala cadıyı”. Yaşlı kadın, cadının bebekleri, özellikle de en sevdiklerini yediğini anlatmış adama. Cadı geceleri gizlice gelir, çocuğun göğüs kafesinden kalbini söker alır ve yermiş. Bunu belli sürelerle yapmak zorundaymış. Çünkü cadılar böyle beslenirmiş.

Bunun üzerine adam evinin kapısında geceleri nöbet tutmaya başlamış. Günlerce nöbet tutmuş. Nöbette olduğu gecelerin birinde, yaşlı bir kadının bir domuzun sırtında kapısına yaklaştığını görmüş. Tam kapıdan içeri girmek üzereyken saklandığı yerden çıkmış ve kadını yakalamış. Gördüğü yüz karşısında dehşete kapılmış. Çünkü yakaladığı kişi annesiymiş. Annesi hemen yalvarmaya başlamış: “Orti mema enoğçim, inç gelli umets asel mi- yavrum bir daha yapmayacağım, ne olur kimseye söyleme”. Adam şaşa kalmış. Cadı geldiği gibi domuzun sırtına binmiş ve karanlıkta kaybolmuş.

Yayla yolu yaya bir günde ancak gidilebilecek bir yolmuş. Adam yaylaya haber salmış. Annesinin nerede olduğunu, ne yaptığını öğrenmek istemiş. Gelen habere göre annesi yaylada normal yaşantısını sürdürüyormuş. Çocuklarla ilgileniyor, onlara hikayeler anlatıyormuş.”


Mahir Özkan

2 yorum: