25 Aralık 2014 Perşembe

Saklı Kelimeler-3: Bu Sesler Nereden Geliyor?



Hemşince yazıp çizme meselesi malum yeni yeni gündemimize geliyor. Bu konuda henüz yeterli olmasa da birçok şey yazıldı çizildi. Bu çalışmaların önemli bir bölümü Hemşincenin Latin harfleriyle nasıl yazılacağı ile ilgiliydi.  Hemşincenin lehçesi olduğu Ermeni alfabesi yerine Latin harfleri ile yazılması bugünün tarihsel toplumsal koşullarından kaynaklanan bir durumdur ve bu yazının konusu değildir. Bu yazıda Latin harfleri ile yazarken sorun olan bazı seslerin kaynaklarını araştıracağız.

Bu seslerden bir tanesi “a” sesinin biraz daha yumuşak söylenişi olan sestir. Türkçede “â” sembolü ile ifade edilen sese benzeyen ama tam olarak da aynı olmayan bir yumuşak “a” sesidir. Bu sesi verebilmek için eskiden Türkçede kullanıldığı gibi “â” sembolünü kullanmak gerekip gerekmediği konusunu tartıştık. Sonuç olarak bu sesin yazıda değil okumada verilmesinde karar kılmıştık. Ancak Hemşince dersleri için hazırlık yaparken bu sesin geçtiği kelimelerin Ermeniceleri ile karşılaştığımda bu seslerin “a” sesinden neden farklı çıktığını anladım.

“a” nın yumuşak çıktığı kelimelerin Ermenice sözlüklerdeki hallerinde “a” dan hemen sonra bir “y” harfi ve “y” den sonra da sessiz başka bir harf bulunduğunu fark ettim. “a” dan sonra gelen bu “”y” harfi önündeki “a” yı yumuşatıyor olabilir. Birkaç örnekle görelim.

Türkçe al:kırmızı (al yanaklım), hemşince al: de, da, daha (tun al aye – sen de gel , al inç elloğer? – daha ne olacaktı? Türkçe ve Hemşince bilenler bu iki ses arasındaki farkı kolaylıkla anlayacaklardır. Hemşincedeki bu sesi başka bazı kelimelerde de görürüz. Şimdi bu kelimelere ve Ermenice sözlüklerde yer alış şekline bakalım:

al (de, da, daha) : ayl,   as (bu) : ays,  asor (bugün) : aysor, an (o) :ayn, at (o, şu) : ayt, mar (anne ) : mayr, kal (kurt) : kayl

Başka bir ses ise Türkçedeki  “g” ye benzeyen ama biraz daha gırtlağa yakın bir “g” olan sestir. Bu sesin farklı bir sembolle yer alması da yazımı zorlaştıracak bir uygulama olur diye düşünüldü ve bir tane “g” ile yetinildi. Sözlüklerdeki araştırmalarım bu sesi farklılaştıranın ise önüne gelen “ı” sesi olduğunu düşünmeme neden oldu. Şimdi bu sesle ilgili örneklere bakalım:

gertam (gidiyorum) : gı ertam. “gı” eki hemşincedeki “gu” ekinin gördüğü işlevi görür. Yani şimdiki/geniş zaman ekidir. (Bu arada, Ermenicede “gı” yerine “gu” eki kullanılan fiillerde bulunur. örn: gu lam(ağlıyorum), gu kam(geliyorum), gu dam(veriyorum).) Bazı sesli harfle başlayan fiillerde “gı”, “gu” eki fiilin başına “g” olarak gelir. Örneğin:  genim (yapıyorum) : gı enem, gepim(pişiriyorum) : gı epim. Türkçedeki “güzel” “genç” sözcüklerindeki gibi çıkmayan bu “g” sesinin bulunduğu kelimelerin ortak özelliği “g”sesinden sonra gelen “ı” sesinin düşmüş olması ve fiilin “e” sesiyle başlamasıdır. “gı” eki varmış gibi okunduğunda bahsettiğimiz “g” sesi çıkabilmektedir. Bu “g” sesiyle karşılaştığımız başka kelimeler de Hemşince kullanımlarında “ı” sesinin “e” sesine dönüştüğü kelimelerdir. Bunlara birkaç örnek verirsek: genig (kadın) : gnig (Ermenicede iki sessiz harf arasında birçok kelimede yazılmayan bir “ı” sesi bulunur.) , gedriç (yiğit) : gdriç, getuş (sağmak) gtel, gelir (erkek cinsel organı) : glir, geşeruş (tartmak) : gşrel.

Bütün bu örneklerin gösterdiği basit gerçek ise şu ki: Ermeniceye bakmadan Hemşin Ermenicesini anlamak mümkün değildir.


Mahir Özkan
Aralık 2014

18 Aralık 2014 Perşembe

Annemin Ardından


7 Kasım 2014 Cuma sabaha karşı annem Ardeletsi Suti’yi kaybettim. Üşümüş hissediyorum. İlk aklıma gelen bu. Üşüyorum. Herkes böyle mi yaşıyor bilmiyorum. İnsanların acıları hem akrabadır birbirine hem de kendine has. Belki bu yüzden yarıştırılmaz acılar. Ben üşüyorum. Herkes kadar mı? Bilmiyorum.  Bir önemi de yok zaten. Bir annenin kaybı nefes almaya benziyor. Sıradan ama yaşamsal. Nefes alamıyorum. Üşüyorum. Çünkü o biricik varlığın sevdiği biçimde sevilmeyeceğim bir daha. Bir evlat olarak yitirdiğim işte bu. Bilirsiniz o duyguyu; “ne olursa olsun, hayatım nasıl değişirse değişsin, başıma ne gelirse gelsin beni sevecek biri var” diye düşünürüz ya…işte o biri yok artık. Üşüyorum.

Annemin koynunda uyuduğum günlere dönüyorum önce. Kız kardeşimle annemin yanında uyumak için kavga edip dururduk. Annem sıraya koymuştu bizi. Buna rağmen kavgaya tutuştuğumuz zamanlarda kardeşimi kayırırdı hep. Sonradan beni kenara çeker kulağıma: “orti ina mar çuni, anu hama dzotses arnu çim kidana gu, tarsutin gelli- yavrum onun annesi yok, onun için kendisini koynuma almıyorum zanneder, haksızlık olur” der, beni ikna ederdi. Sonuçta iki yataklı orta oda da bir şekilde yatar ve uyumadan önce hep birlikte duamızı ederdik.: “yattım sağıma, döndüm soluma, sığındım süphan Allah’ıma, melekler şahit olsun dinime imanıma, peygambere selam olsun beni ak cennete koysun.”

Bu öğrendiğim ilk duaydı. Daha sonra başka dualarda öğrendim. Annemin sadece annem değil aynı zamanda Hemşin kültürünün yaşayan bir kaynağı olduğunu anladığımda kaydettiğim dualar. Bunlar  Hemşin tarihi ve kültürü hakkında eşsiz ipuçları veren dualardı.

Bir tanesi annemin korkan insanlar korkularından kurtarmak için okuduğu bir duaydı. Korku duası. Ablama öğretmem için bana öğrettiğinde Arapça yerine Hemşince sözlerle karşılaşınca şaşkına döndüğüm dua. Ablama kendisi direk öğretemiyordu. Çünkü bu duayı kadın erkeğe, erkek kadına öğretebiliyordu. Öğrettiğin kişiden başkasına da söylememen gerekiyordu. Ben annemin sözünü dinlemedim o zamanlar. Bunun kültürümüz için çok önemli olduğunu düşündüğüm için yazıp yayınladım. Umarım beni affedersin annem.

Diğer bir dua ise Hemşinlilerin Hristiyanlıktan Müslümanlığa geçişlerini simgeleyen bir dua idi. İnsanların islama geçtiklerine dair bir çeşit ant içme töreninin bir parçası olduğu izlenimi veren bir dua. Annem bana dualarla birlikte birçok şey öğretti. Farkında bile olmadan.

Annem acılar karşısında inanılmaz derecede dayanıklı bir insandı. O kadar çok hikayesi var ki bununla ilgili. Bir keresinde tarlada birlikte çalışırken parmağını kesmişti. Parmağını kestiğini durup başındaki yazmayı parmağına sardığını görünce fark etmiştim. “Ne oldu?” diye sorduğumda, “İnçik ça, kiç me gedretsi- bişey yok, biraz kestim”demiş; ot biçmeye devam etmişti. Eve gidip yazmayı açtığımızda başparmağı ile işaret parmağı arasında kemiği görünecek kadar derin bir kesik olduğunu görüp ona kızmıştım. Ama o “ah” dememişti.

Sadece bu türden acılara karşı değil; başka acılara da katlandı. Babama katlandı mesela. Babama katlanmasının tek nedeni toplumsal koşullar, çocuklar falan sandım uzunca bir süre. Doğruydu da kısmen ama sadece kısmen. 80 yaşına yaklaştığı günlerde keşfettim annemin içindeki kadını. Ve o kadının babama aşık olduğunu. Benim kolayından anlayabileceğim bir durum değildi bu. Belki hala anlamıyorum. Ama babamın ölüm tehlikesi geçirdiği bir kriz anında annemin onun başını kucağına alıp, sarılıp, yüzünü okşarken gözlerinde gördüm o aşkı.

Annemin bildiği türküleri manileri kaydetmeye başladıktan sonra iyice tanıştım kadın annemle. Gençlik yıllarında da aşık olmuştu. Türkü söylenmişti üzerine, kendisi türküler söylemişti aşığına. Meğer benim annem “gor-imece”ların aranan manicisiymiş. Ölümünden önce köyü Ardala’ya yaptığımız son ziyaretlerde onun manici arkadaşlarıyla tanışma şansım oldu. O günlerin nasıl gözlerinde canlı durduğuna şaşırarak tanık oldum. Sevmiş, sevilmiş, beğenilmiş, güzel türkü söyleyen kız diye nam salmış. Annesinin bir zamanlar “kadın” olduğunu, anne olduktan sonra da aslında bir yanıyla hep “kadın” kaldığını kolay fark etmiyor insan. Benim annem bütün acı hatıralarına rağmen aşık bir kadındı ne mutlu ki.

Annem toprak insanıydı. Köyümüzden kalkıp İstanbul’a göç ettikten sonra da, İzmit’e taşındıktan sonra da toprakla bağını hiç koparmadı. Her gittiğimiz yerde, kirada oturduğumuz yerlerde dahil olmak üzere hep bir bahçesi oldu annemin. Ya evin arkasındaki küçük toprak parçasını ya başkasının tarlasını ya da bir dere yatağını babamla birlikte bahçeye çevirirdi. Babam her yere ağaç diker, setler yapar, oturaklar çakardı. Annem de fasulyeden kabağa, maruldan maydanoza, salatalıktan domatese sebzeler eker bahçeyi yemyeşil yapardı. Tabi bütün bahçelerinden her mevsim lahana eksik olmazdı. Aslında çok verimli yerler değillerdi. Bizim kar zarar hesaplarına vurduğumuzda oradan gelecek olan oraya harcanan emeğe değmezdi. Ama o öyle düşünmüyordu. Bir keresinde bu işlerle uğraşmamasını, yorulduğunu söylediğimde anladım bunu. Bana şunu söyledi sadece: “orti hoğe boş obol enuş gelli ta? İnçi me enoğes al, otked teved tadele- yavrum toprağı boş bırakmak olur mu? Bir şey yapacaksın da elin ayağın tutuyorken.”

Hayvanlarla ilişkisi de toprakla ilişkisi gibi bizden çok farklıydı. Belki de topraktan bile öte bir yakınlık kurardı hayvanlarla. Hayvan beslerken de esas derdi kazanç elde etmek değildi. Sarıkız, beşbina, yaşadi benim tanıdığım ineklerimizdi. Hepsinin ayrı ayrı kişilikleri vardı. Sarıkız çok kavgacıydı. Yaşadi uysal görünürdü. Beşbina ise başına buyruk bir inekti. Bazı akşamlar “gilif”in tarlasında yatar eve gelmezdi. Ama bir ortak noktaları vardı. Hiçbiri annemden başkasına kendisini sağdırmazdı. Annemle “dadants- baba evine ziyeret” a Ardala’ya gittiğimiz günleri hatırlıyorum. Ablamlar geldiğimizde ineklerin elinden çektiklerini ballandıra ballandıra anlatırlardı. Ne yapıp etmişlerse beşbina’yı sağamamışlar. Tekmeler ve boynuz darbeleri ile her yerleri yara bere içinde kalmış. En sonunda iyice örtünerek annemin giysilerini giyip onu taklit ederek sağabilmişler. Beşbina annem ona seslendiğinde ne yapıyor olursa olsun durur, kafasını kaldırır ve efendim dercesine “mö” lerdi. Annem gel deyince gelir, git deyince giderdi. İstanbul’ a göç edeceğimiz zaman beşbina’yı kasaba vermiştik. Annem dostunu, arkadaşını, aileden birini kaybetmişçesine üzüntü yaşamış, günlerce yas tutmuştu.

Çocukluğumdan itibaren aynı zamanda bir cehennemi yaşadı annem. Orta odaya sığınıp birlikte ağladığımız günleri unutmam mümkün değil. Babamın kendisine uyguladığı şiddetten çok, annesine ve babasına ettiği küfür ve hakaretler yüzünden ağlardı hep. Yaptığı her işte, attığı her adımda hata aranmış, olan büyütülmüş, olmayan yaratılmıştı yıllarca. Böylece annemde korkmak refleks olmuştu. Kazara yüksek sesle seslensen yerinden fırlar panik içinde koştururdu yanıma. “orti inç ağav- yavrum ne oldu” diye. Her an kendisine kızılacağı, hakaret edileceği, dövüleceği korkusuyla yaşıyordu sanki. Bunu fark ettikten sonra ona uzaktan seslenmekten vazgeçmiştim. Bir şey söyleyecek olsam yanına gidip usul usul söylüyordum. “ye maaa” diye başlayor, sesimi yumuşatıp uzatıyordum….

Kendisi için korktuğu gibi benim için de korkuyordu. Hemşince ve Hemşin kültürü üzerine araştırmalar yapıp, derlemeleri kaydetmeye başladığımda ister istemez Ermeni köklerimiz gündem oluyordu. Bu konunun gündeme geldiği bir gün hiç okul görmemiş olan annem, “kena emmen dağ ermeniyim asa u kezi gedrin- git her yerde Ermeniyim de de seni kessinler”diyerek konuşmayı bitirmişti. O gün şunu anladım ki annem sadece babamdan korkarak yaşamamış, babamla ortak korkulara da sahipmiş. Herkeste farklı farklı biçimler alsa da biz korkularla dolu bir halkmışız.

Son yıllarına doğru artık bu meselenin daha rahat konuşulduğunu, bazı şeylerin değiştiğini o da hissediyordu. Hemşince albüm çıkmış, dernek kurulmuş, televizyonda bile zaman zaman Hemşince ile karşılaşır olmuştu. Bu onu biraz olsun rahatlatmıştı. Artık daha rahat anlatıyordu her şeyi. Bazen aklına gelen şeyler oldukça kendisi söylüyordu, “aha midkes xağ me eyev, asim gayit aa- aha aklıma bir mani geldi, söyleyeyim kaydet” diye. Vova albümü bu rahatlamanın ilk ve en unutulmaz adımıydı. Albümü aldığımda ona haber vermeden çalmaya başladım. O sırada rutin ev işleriyle meşguldü. Nasıl bir tepki vereceğini merak ediyordum. Bilgisayardan “maha arakag maha, maha arakag maha” sözlerini duyar duymaz elindeki işi bıraktı, bilgisayarın karşısına geldi oturdu. Ben gözlerim dolu dolu onun sevinciyle sevinçli onu izliyordum. O ise bilgisayar ekranından gözünü ayırmıyordu. Ekranda ekran koruyucu resimler arka arkaya boy veriyorlardı. O resimlere değil, resimlerin arkasına bakıyordu sanki. Gözlerini ekrandan ayırmadan, parçaların hepsine eşlik ederek bütün albümü dinledi.  Gözleri dolu dolu kendi gençlik günlerini gorları, sevdalıkları, atma türküleri, düğünleri anlattı, maniler söyledi.

Son yıllarında en büyük eğlencesi Hadig’ te yapılan ihtiyar buluşmaları olmuştu. Köyden gelir gelmez, “yep ertoğuk derneğn i yus? As dari al enoğek ta?- ne zaman gideceğiz derneğe? Bu sene de yapacak mısınız?” diye soruyor, “Tosumoğlin al egoğa ta? An im soy engersa - Tosumoğli da gelecek mi? O benim iyi arkadaşımdır” diyordu. O buluşmalarda uzun zamandır görmediği arkadaşlarını görüyordu. Sohbet sohbet üstüne, türkü türkü üstüne geliyor, horon bile oynuyordu. Seksene dayanan yaşına rağmen bana mısın demiyor, gençlik günlerindeki gibi neşe doluyordu.

Kendisi için bir şeyler istemeye hiç alışmamış olan annemle yeterince vakit geçirip, ona seveceği yerlere götürüp gezdiremedik diye şimdi hayıflanmanın belki faydası yok. Çünkü artık o yok. Ama bundan kaçınabilmenin de imkanı yok. Belki son isteği son yazında memleketi görmek oldu. Bir haftalığına doktordan izin alıp köye ve yaylaya gittik. Orada ben uykusuz geceler geçiriyordum, acil bir durum olursa ne yaparız kaygısıyla, ama o çok rahattı son zamanlarda hiç olmadığı kadar rahattı. Ağrılarından şikayet etmiyordu. Yaylada geçirdiği her anı ibadet gibi yaşadı. İyi ki gitmişiz. Döndükten sonra Halil abim hastane gidiş gelişlerinin hepsini birer gezintiye çevirdi. İyi ki yapmış. Babamla birlikte Eyüp Sultan’a gittiğimiz günkü ışıltıyı keşke daha önce görseydim gözlerinde. Keşke daha fazla yere götürebilseydim annemi. Son zamanlarını işte böyle yaşadık, keşkeler ve iyi kilerle.

Annem hastalığının son dönemine girdiğinde konuşamaz olmuştu. Ama bizi duyabiliyordu. Bunu gözlerinin hareketlerinden ve mimiklerinden anlayabiliyorduk. İşte o günler çattığında yapılabilecek şeyler çok azalıyor. Ne yapabilirim diye düşünüp duruyor insan. Ne yapmamı isterdi şimdi? Şu anda istediği bir şey var mı?  Sonra aklıma vova albümünü ilk dinlediği zaman geldi. Aklıma Ayşe ablam ağır bir ameliyat geçirip de annemin kendi durumunu unuttuğu, bize de unutturduğu o kara günler geldi. Kendinden geçip ablama verdiği nasihat geldi aklıma: “Orti! Ya turki asoğes, ya mernoğes. Keloxed gaxske mi! Çkides ta a yes kezi sorvetsnim gu –yavrum ya türkü söyleyeceksin, ya öleceksin. Başını asma! Bilmiyorsan ben sana öğretirim.” dedi. Ardından ekledi: “İşun yok mi aldurma kavalun uci hurma.” Bilgisayarı açtım yanına götürdüm. Vova’dan Raşa’yı ve Ayşenur Kolivar’dan Nohars Ellim’i dinlettim. Gözlerini kocaman açtı. İçi gülüyordu. Ağzının içinde eşlik ediyordu parçalara.  Pırıl pırıldı gözleri. Işık ışık.  Sonra gözlerinin kenarından yanaklarına aktı ışık.

Annem nar seviyordu. Yemek yemeyi bıraktıktan sonra Sevgi ve Elmas ablam nar tanelerini ezerek hazırladıkları nar suyunu içiriyorlardı ona. Önceleri pipetle bir iki yudum içiyordu. Sonra çay kaşığıyla yalnızca tadını duysun diye ağzını ıslatıyorduk. Küçük çay kaşığından sızan nar suyu bazen yüzünü ıslatıyordu. Bundan hiç hoşlanmıyordu annem. Birimiz nar suyunu verirken birimiz elinde peçeteyle nazlı annemin yüzüne sızan nar suyunu siliyordu. Yüzünü ıslak bırakmadığımız için gözlerinin içi gülüyordu. İçinden “nohars ellim” i söylüyor ve sanki ilk defa gelin oluyordu.

“Beni tabutla gömün. Başımda ışık yakın. Karanlığın içinde bırakmayın, korkarım” demiştin, anne. Öyle yaptık. Artık hiç korkma anne, ben korkmuyorum. Sen şarkılarını söyle anne, kimse duymasa da ben duyuyorum.

Mahir Özkan


 Aralık 2014