15 Aralık 2010 Çarşamba

Diz mi? Kene mi?


Sırtımda ip gibi yağan yağmurun altında ıslanarak iyice ağırlaşmış çay torbasıyla, setin içindeki çukura kayan ayağımı çayın dallarına tutunarak çıkarmaya çalışırken küfrü bastım. Bir an durdum ve kendime güldüm. Bu kadar kolaydı demek ki. Daha önce küfür ağzıma hiç bu kadar yakışmamıştı. Bu düşünce eğlendirdi beni. Kendimi toparladım. Ellerimdeki diken sıyrıklarının zonklamasını bile duymaz oldum. Sırtımdaki son torbayı da varegelin yanına getirip bıraktım. Çayı tarladan alım yerine indirmek için kurulmuş, küçük bir motorla çalışan ilkel teleferiğe varegel diyorduk. Motoru korumak için yapılmış iki metrekarelik bir kulübesi vardı varegelin. Varegeli yüklemeye yardım etmek için yanımda kalan bir işçiyle birlikte kulübeye girdik. Gürcistan’ dan gelen diğer üç işçi çayları varegelden indirip satmak için alım yerine inmişlerdi. Ağabeyim ise işi biraz erken bırakıp yemeklik malzemeler almak için çarşıya gitmişti. Varegelin önüne yığdığımız torbalara baktım ve gururla gülümsedim. Altı kişi, en az bir ton çay toplamıştık. On günde bütün çayı bitirmeyi hedefliyorduk. İzinlerimiz sınırlıydı ve tamamını çayda harcamak istemiyorduk. O yüzden her gün bir ton civarında çay toplamamız şarttı. Alım yerine gönderdiğimiz çayları indirdiklerinde aşağıdakiler varegelin demirine bir taşla üç kez vuruyorlardı. Yükü indirdiklerini böyle anlıyorduk ve varegeli yukarı çekiyorduk. Varegelin sesini beklerken bir sigara yaktım. Bir tane de Gürcü işçi Tengo’ ya uzattım. Gürcü işçilerin genellikle iki isimleri vardı. Gürcistan’da çoğunlukla Hıristiyan isimleri kullanıyorlardı. Türkiye’ye çalışmaya geldiklerinde ise Müslüman isimleri. O Müslüman ismini söyledikçe ben ısrarla Hıristiyan ismiyle hitap ediyordum.

-“Tengo, sigara”

-“Mersi patron” dedi sigarayı alırken. Bu patron sözü beni güldürdü.

-“Yok patron. Patroni ara*. Arkadaş, arkadaş” dedim.

Tengo patron olmama ısrarımıza şaşırıyordu. Sonuçta kim patron olmak istemez ki. Bir bankacı ile bir öğretmenin kendileriyle birlikte çaya girip çalışmasına da şaşırıyordu. Aslında bir bakıma haklıydı. Yıllardır çayımızı kendimiz toplamıyorduk. Yarıcıya veriyorduk. Ama bu yıl babam yarıcı bulamamıştı. Telefon edip: “Yes as panas şad nağetsa. Lerniver gertam. Yarici marici kednul çgartsi. İnçu enoğek na aek, çaye kağetsek- ben bu işten çok darlandım. Yaylaya gidiyorum. Yarıcı marıcı bulamadım. Ne yapacaksanız yapın çayı toplayın” dedi ve yaylaya gitti. Babam usanmakta haklıydı. Çünkü tarlalarımız uzak ve bakımsız olduğu için yarıcılar bir yıldan fazla durmuyorlardı. Yıllardır yarıcıların biri gelmiş biri gitmişti. Her gelen, gelir gelmez gitmenin hesaplarını yapmaya başladığı için de tarlaların uzun vadeli bakımlarını hiçbiri yapmamıştı. Çay köklerinin arasındaki toprak kaymış, setler bozulmuştu. Yürümenin bile zor olduğu bu dik yamaçlarda bozulmuş setlerde düşüp kalkmadan çay toplamak olanaksızlaşmıştı. Tarlaların her yanını dikenler, eğrelti, ısırgan ve çeşitli yabani otlar sarmıştı.

Tengo öğrenebildiği kadar Türkçeyle ve kısa cümlelerle, kendilerinin de eskiden çay tarlaları olduğunu, Sovyetlerin yıkılmasından sonra bütün fabrikaların özelleştirildiğini, özel fabrikaların ithalata yöneldiğini ve çay üretiminin bittiğini anlattı. Şimdikilere küfretti. Sonra durdu durdu öncekilere de küfretti.

Ben de bankacıların ve eğitimcilerin de işçi sayılabileceklerinden söz ettim. Ama kısa sürede söylediklerimin Tengo için çok bir anlamı olmadığını fark ettim. Gülümseyip sustum.

Varegelin teli titreyerek çiyuvvv, çiyuvvv, çiyuvvv diye üç kez inledi. İşçiler alım yerine inmişti nihayet. Beş seferde bütün çayı alım yerine indirdik. Bugünlük işimiz bitmişti. Tengoyla birlikte çamurlaşmış patikadan aşağıya evin yolunu tuttuk. Koşuyor, düşüyor, kalkıyor, tekrar koşuyorduk. Virajları kullanmıyor, kestirme yokuşlardan kayıyorduk. Üzerimize giydiğimiz muşambalara rağmen suyu dışarıda tutamamıştık. Bütün vücudumuz ıslaktı. Elbiselerimizde çamurlanmamış yer kalmamıştı. Sakınacak hiçbir şeyimiz yoktu. Eve geldiğimizde diğer işçiler çayı satmış ve çoktan eve gelmişlerdi. Banyo sırası beklerken bacaklarımın sızladığını hissettim. Ayakta duracak takatim kalmamıştı. Kendimi avluda yağmurun biriktirdiği çamurlu suyun içine bırakıverdim. Ellerimi başımın altına koydum gözlerimi ve ağzımı açtım. Avlunun üzerini kaplayan asma yapraklarının arasından üzerime hücum eden yağmuru izledim. Bir çukurun dibinde olmanın rahatlığını hissettim. Nasıl olsa daha fazla düşemezdim.

Bu işin en iyi tarafı akşam sofralarıydı. Akşamları Gürcistan’dan gelen ucuz votkadan içip, Tengo’nun eşinin yaptığı nefis Gürcü yemeklerini yiyorduk. Hemşince, Gürcüce, Türkçe şarkılar söylüyor, dans ediyorduk. Ama o akşam ağabeyimin pek keyfi yoktu. Ne olduğunu sordum bir iki kez ama cevap vermedi. Yatmaya hazırlanırken yanıma geldi. Çarşının her yanına sağlık bakanlığının kenelerle ilgili uyarı afişlerinin asıldığını anlattı. Kenelerden bulaşan kırım kongo kanamalı ateşi vakalarına Hopa’ da da rastlanmış. Bölge kırmızı alarm verilen bölgeler arasına alınmış. Hastanede yatan birçok hasta olduğu söyleniyormuş. Afişlerde insanlar vücuduna yapışan keneleri kendi kendine çıkarmaması konusunda uyarılıyormuş. Bunun ölümcül olabileceği, bu yüzden böyle bir durumla karşılaşınca derhal doktora başvurulması isteniyormuş.

Çektiğimiz bunca zahmetin üzerine bir de kene korkusu musallat olmuştu. Kısa bir süre gözümün önünde gösteri yapan kenelerden sonra uykuya teslim oldum. Sabah çalar saatin sesiyle uyandığımda sağ elimin sol omzumu tatlı tatlı kaşıdığını fark ettim. Başımı omzuma doğru çevirdiğimde kafasını vücudumun içine sokmuş minik asalağı gördüm. Etrafı kanıyordu. Ama kafası içerdeydi ve vücudunu koparmamıştım henüz. Buna sevindim. Hemen kalktım ve ağabeyime durumu anlattım. Doktora gitmem gerektiğine karar verdik. Bir yandan çaya gitmeyeceğim için seviniyordum bir yandan da ağabeyimin akşam anlattıklarından dolayı kaygılıydım. Yürüyerek Makriyal’ a indim. Hopa minibüslerinin durağına geçtiğimde günün ilk seferini yapan minibüs kalkmak üzereydi. Minibüse atladım ve Hopa’nın girişindeki devlet hastanesinde indim. Hastanede durumu anlatınca hemen özel bir bölüme aldılar beni. Doktor kenenin hemen yanından özel bir madde enjekte ederek dışarı çıkmasını sağladı. Sonra benden kan aldılar ve tahlile gönderdiler. Öğleden sonra gelecek tahlilin sonuçlarına göre tekrar tahlil yapabileceklerini söyledikleri için Hopa’ da saatlerce beklemek zorunda kaldım. Tabi bu arada Hastanedeki aşırı özeni gördükçe kaygım daha da yükseldi. Öğlene kadar tedirgin sokaklarda dolaştım. Birkaç eski arkadaşı gördüm. Öğlen yemeği için Hopa’nın meşhur pidecisi Hızır Dayı’ ya gittim. Öğleden sonra tahlil sonuçlarını aldım. Temizdim. Ama üç gün sonra tekrar kan tahlili yaptırmam gerekiyordu. Rahatlamış olarak köyün yolunu tuttum. Çay alım yerinin de olduğu köy meydanına geldiğimde çay satma işi bitmek üzereydi. Çayını satan bezini, torbasını toparlıyor; henüz satmak üzere olanlar alım yerinin merdivenlerinden yukarı çay bezlerini taşıyorlardı. Meydanın kenarında derenin kıyısındaki büyükçe taşın üzerinde bir grup kadın oturmuş sohbet ediyordu. İçlerinden biri bana doğru seslendi:

-“Da aye hala, inç ağav kezi asa hala, hivandesta? Doxtor kenadz asadz Xelil’e - da gel hele, ne oldu sana söyle hele, hasta mısın? Doktora gitti dedi Halil”

Bu Pompuş denen kadındı. Köyde “hoparlo” derlerdi Pompuş’ a. Diline düşmeye gör. Bütün köye maskara eder adamı.

-“Ça ça hivand çim. Kene nebektsadzer u anu hama kenatsi doxtorniva – hayır hayır hasta değilim. Kene yapışmıştı da onun için gittim doktora.”

-“Da orti anu hama doxtor gertevi ta? Meg emmen or kani hadik kaşik gu varvenus – da yavrum onun için doktora gidilir mi? Biz her gün kaç tane çekiyoruz üzerimizden.”

Diğer kadınlarda Pampuş’ un söylediklerini onaylıyor ve benim çok korkak olduğumu söylüyorlardı. Bir anda gerçekten benim tedirginliğimin düzeyiyle onların rahatlığı arasındaki açı komik bir duruma yol açmıştı. İşin kötüsü atmosfer o kadar onlardan yanaydı ki komik duruma düşenin ben olduğuma kendimde inanmak üzereydim. Nasıl bu kadar gamsız olabilirlerdi. Herkesin evinde televizyon vardı. Televizyonlarda her akşam kene haberleri vardı. Kolay teslim olmamak için çarşıdaki afişten, hastanedeki tedbirlerden söz edecek oldum. Pampuş sözümü ağzıma tıktı.

-“Da ida kene ça orti, me diz na diz e. Ad martu hivandtsenel çi.- da o kene değil yavrum, bizim dizdir, diz. O adamı hasta etmez.

Mahir Özkan

Patroni ara: Gürcüce, patron yok

Makriyal: Kemalpaşa, Hopa’nın kasabası

Diz: Hemşince kene