3 Mart 2009 Salı

Helva – Ekmek

.

Ailem benim için oldukça endişeliydi. Çünkü çok sıska bir çocuktum. Başka türlüsü de pek mümkün değildi. Bir kere yemek yemeyi sevmezdim. Yemek yemek benim için yaşamı sürdürmenin zorunlu bir gereği idi. Bir de yemek seçerdim, öyle bir lüksüm olmamasına rağmen. Çünkü evde bahçeden ne geliyorsa ona göre yemek yapılıyordu. Yani öyle çok seçim şansım falan yoktu zaten. Belki bu yüzden sevmiyordum yemek yemeyi, kim bilir?

Sonra çok hareketli bir çocuktum. Yerimde duramazdım. Sabah evden çıktıktan sonra akşama kadar bir daha geri dönmezdim. Arkadaşlarımla top oynayarak, derede yüzerek günü akşam ederdim. Çamuru, ağaç dallarını, çeşitli bitkileri oyuncağa çevirmekte üstümüze yoktu. Doğanın kendisi oyuncağımız olmuştu.

Çok meraklı bir çocuktum. Keşfetmeyi seviyordum. Kışın evden çok fazla uzaklaşamadığım için evi köşe bucak keşfe çıkardım. Evimiz iki oturma salonu, altı yatak odası, iki banyosu, kileri olan bir evdi. Alt katı dere taşından, üst katı ahşap bir köy eviydi. Ama tabi en iyi malzeme evin yanındaki ahırın üst katında depo ve yemlik olarak kullanılan pagenden ve çatı arasından çıkardı. Bir keresinde çatı arasının en uç noktasında 12 Eylül artığı mermiler bile bulmuştum. 12 Eylül’ de bütün silahlar toplanınca babam silahını teslim etmiş ama bu mermiler çatı arasında saklı kalmıştı. Mermileri babama gösterince gözleri parlamış. Dalıp gitmişti derinlere. Hep sevgiyle andığı sarı saplı ondörtlüsünü hatırlamıştı yine. Çocukluğundan beri hiç silahsız kalmamıştı ta ki Eylül’ e kadar.

E bu durumda toraman bir çocuk olacak değildim tabi. Bir gün üniversitede okuyan ağabeyimden gelen mektubu okurken bayılıvermiştim.

Bu son olay ailemin benim beslenmem için özel önlemler almasına neden oldu. Kasabadaki okuldan öğlen arasında köye gelip gitmek imkansızdı. Bu yüzden babam, ortaokuldayken beni lokantaya yazdırmıştı. Her gün lokantada istediğimi yiyordum. Babam da ay sonunda hesabı ödüyordu. Normalde köylerden gelen Hemşinli çocuklar lokantaya gitmezlerdi. Kasabadaki fırınlarda yemek yerlerdi. Bu çok daha ekonomik olurdu. Fırınlarda peynir, zeytin veya helva ekmek arası yapılarak satılırdı. Fırında uzunca bir masa olurdu: İki tarafında masaya bitişik oturakları olan tahta bir masa. Yoksul insanlar yemeklerini burada oturarak yerdi. Öğrencilerse genellikle helva – ekmeklerini alıp ya damların üzerine çıkar ya da sahile gider orda yerdi.

Bir Cuma günü öğlen arasında sahildeki okulumuzdan arkadaşlarımızla koyu bir muhabbete dalmış kasaba merkezine doğru gidiyorduk. Kasabanın meydanına geldiğimizde yolumuz ayrılıyordu. Çünkü lokanta kasabanın ortasından geçen derenin karşı yakasındaydı. Arkadaşlarım fırına gidiyorlardı. Bense lokantaya. Aslında lokantayı seviyordum. Seçme şansım oluyordu orda. Hem Lokantanın sahibi Laz Galip amca da çocukları çok seviyordu. Hele okuyan çocukları bir başka seviyordu. Her gittiğimde halimi hatırımı, derslerimi soruyor, okumanın önemine dair nasihatler veriyordu. Her gün lokantada yiyordum ya işte o gün arkadaşlarımdan ayrılmak istememiştim. Yol ayrımına geldiğimizde: “Amaaan! as or ertoğ çim lokantanuus. Tsezi hed furunnuus egoğum(amaaan! bugün gitmeyeceğim lokantaya. Sizinle birlikte fırına geleceğim)” dedim.

Cuma kasabanın pazarının kurulduğu gündü. Bütün köylüler kasabaya doluşur alışveriş yaparlardı. Mahşeri bir kalabalık olurdu Cuma günleri. Pazar kurulduğu için erkeklerin yanı sıra kadınlarda çarşıya inmiş olurlardı. Babam ise Cuma günleri hariç çarşıya inmezdi. Sonradan öğrendiğime göre; çarşıya inerken, sabahları özellikle minibüsü kaçırır, yaya inermiş çarşıya. Akşam dönüşlerinde de kasabanın tek minibüsünün şoförüne gider minibüsün ne zaman kalkacağını sorar: “indzi moleyis oç hosa( beni unutmayasın burada)” diye tembihlermiş. Sonra minibüsü gözler ve minibüsün kızgın yolcularının ısrarına dayanamayan şoför hareket ettikten sonra ortaya çıkar, beklemediği için minibüsçüye söylene söylene yola koyulurmuş.

Lokantaya gitmemeye karar verdiğim o Cuma günü arkadaşlarımla helva – ekmek almak üzere fırına doğru yollandık. Fırının kapısına geldiğimizde arkadaşlarımın şaşkın bakışları arasında donakaldım. İçeri giremedim. Babam kapının hemen dibinde masada oturmuş çeyrek ekmek-helva yiyordu. Ne kadar olduğunu bilmediğim bir süre orada hareketsiz kaldım. Sonra geriye doğru dönüp sahile kadar durmadan koştum. Karadeniz dalgalıydı. Çakılların üzerinde durdum. Denizi taşa tuttum. Küfrettim… Küfrettim. “asman aşxarin ….(böyle dünyanın…)”

O akşam ilk ve son defa babama bağırdım: “tun lokantin udeçes yes inç bes udim. Memal ertoğ çim lokantanuus( sen lokantada yemiyorsun ben nasıl yiyeyim. Bir daha gitmeyeceğim lokantaya). Babam gözlerini kaçırdı benden. Sustu…sustu…sustu…


Mahir Özkan

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder