25 Şubat 2009 Çarşamba

Hırsız

.

Hep çok soru soran bir çocuk oldum. Öğrenebileceğim her şeyi öğrenmek için karşı konulamaz bir istek duyuyordum. Bazen sorduğum sorulara cevaplar alabiliyordum. Bazı sorularımsa hep karşılıksız kalıyordu. Babamın benim bu halime dair tutumu ikircikliydi. Bazı sorularımdan rahatsızlık duyuyor: “İser inçi hartsenes gu? İnç elloğa iser kidanas a na. ( bunları niye soruyorsun? Ne olacak bunları bilirsen) diyordu. Bu, genellikle geçmişimize dair, dilimize dair sorular söz konusu olduğunda karşılaştığım bir tepkiydi. Ama babam tarlada çalışırken ya da sepet örerken, yaptığı işin nasıl yapıldığını öğrenmek için sorular sorduğumda çok mutlu olurdu. Köy işleriyle geçinmeyecek biri olduğumu bildiği halde bu işlere gösterdiğim ilgi çok hoşuna giderdi. Yaptığı işi ayrıntılarıyla anlatırdı bana. Kendisine yardım etmemden büyük mutluluk duyardı. Bir gün sepet örmeyi öğretirken bana: “Orti, isa pones indzi bidi, çvidi asoğ çes, inç pon ellina sorvoğ es. Emmen pon kdatsi ama ene mi. Emmen pon meg or me martu bidana gu. (yavrum, bu iş bana lazım, lazım değil demeyeceksin, ne iş olursa öğreneceksin. Her işi bil ama yapma. Her iş bir gün insana lazım olur)” diyerek bir hikaye anlattı. Tabi ben de bu hikayeyi bana anlatmaktan kaçındığı konularla ilgili ketumluğuna karşı kullandım hep.

“ Bir zamanlar Hemşin yaylalarının birinde namı bütün yaylalara yayılmış bir ağa yaşarmış. Ağanın bir de oğlu varmış. Ağanın oğlu babayiğit bir delikanlıymış. Ağa, oğluna çok güvenirmiş. Bütün işleri oğlu yürütürmüş. Oğlunun bir dediğini iki etmek istemezmiş ağa.

O zamanlar Bilbilan yaylasında kurulan hayvan pazarı şimdikinden çok büyükmüş. Artvin’ den Erzurum ve Ağrı’ ya, Iğdır’ dan Kars ve Ardahan’ a kadar bütün yörenin sürüleri bu pazarda görücüye çıkarmış. Aynı zamanda burası çevre yaylaların her türlü ev ihtiyacını karşıladıkları bir pazarmış. Bütün çevre yaylalardan insanlar gelir burada alışveriş yaparmış.

İşte Ağaoğlu hayvanlarını bu pazara getirdiğinde görmüş Hevi’ yi. Görür görmez de abayı yakmış. Hemen sormuş soruşturmuş. Bir güzel öğrenmiş kimdir? Kimlerdendir? diye. Akşam eve gelince açmış babasına konuyu. Babası önce razı olmak istememiş. Çünkü Hevi, Qıntsetamal köyünden bir Kürt ağanın kızıymış. Babası oğlunun bir Hemşin kızıyla evlenmesini istiyormuş. Ama oğlunun kara sevdaya tutulduğunu gözlerinden anlamış. Oğlunu isteğinden vazgeçiremeyeceğini görmüş gözlerinde. Oğluna olan sevgisinden dolayı razı gelmiş isteğine.

Sabah ağa toplamış efradını, elçi gitmiş Kürt ağanın evine. Kürt ağa elçileri büyük bir hürmetle karşılamış. Ağayı dinlemiş, sorular sormuş, cevaplar almış. Sonunda “ Ağa seni tanırım. Mert adamsın, bilirim. Oğlunu da duymuşluğum vardır. Babayiğit bir delikanlı olduğu gelmiştir kulağıma” demiş. Son bir sorum daha var demiş: “ Oğlun hırsızlık yapmasını bilir mi?

Ağa sinirlenmiş bu soruya: “ Ben bir ağayım!” demiş. “Bir ağa oğlu nasıl hırsızlık yapar”.
Kürt ağa: “ Dünyanın bin bir türlü hali var ağa!” demiş. “Ağalığına hiç güvenme. Ben hırsızlık bilmeyen adama kız vermem!” demiş. Sonra da eklemiş: “ Benim ahırımda bir doru at var. Buralarda benzeri görülmemiş bir at. Ahırın çevresinde dolaşacak kadar uzun iplerle bağlanmış dört iri köpek korur atımı. Her biri bir adamı parçalayabilecek cinsten köpeklerdir bunlar. Oğluna kızımı ancak ahırımdan doru atı çalabilirse veririm” demiş.

Ağa çaresiz eli boş dönmüş evine. Sonucu merakla bekleyen oğluna durumu anlatmış. Oğlu vazgeçecek gibi değilmiş sevdasından. Düşünmüş taşınmış. Anasından dört parça keçe ve yağ hazırlamasını istemiş. Yağı eritmiş. Keçeleri yatırmış yağın içine. İyice yedirmiş yağı keçelere. Gecenin karanlığında atına atladığı gibi ağanın ahırına varmış. Ahıra yaklaşınca köpekler hışımla üzerine atılmış. Yaklaşan her bir köpeğin önüne yağlı keçelerden birini atmış. Köpekler keçelere saldırmış. Tabi keçeleri parçalamaları imkansızmış. Köpekler keçelerle boğuşurken Ağaoğlu ahıra girmiş. Doru atı ahırdan çıkarıp yaylanın yolunu tutmuş.

Sabah Kürt ağanın kahyası çığlık çığlığa ağaya koşmuş: “Ağa! Ağa! Doru atı çalmışlar. Doru at ahırda yok ağa!” Kürt ağa hiç istifini bozmamış: “Telaşlanma kahya, ben biliyorum atın yerini” demiş. Sonrada emretmiş: “Hemen git Hemşin yaylasına. Ağaya söyle, düğün alayını hazırlasın gelsin. Ha! Doru at da ağamın babayiğit delikanlıya düğün hediyesidir de”

Daha öğrenecek çok şeyim var bu dünyada. Öğreneceklerimin hepsi lazım olur mu bir gün, bilmem. Ama bilmenin ne zararı olabilir ki!

Mahir Özkan

3 Şubat 2009 Salı

Kapılar Açılınca


Hemşinliler uzun yıllar önce Müslüman olmuşlar. Olmuşlar olmasına da öyle çok da dine dayalı bir hayatları olmamış hiçbir zaman. Bu yüzden İslam dini kabul edildikten sonra Hemşinlilerin hayatında çok önemli değişiklikler olmamış gibi gelir bana. Hatta Hıristiyanlık öncesinden kalma bazı ritüellerin bile görüldüğü olur Hemşinlilerde. Ama geçmişi söz konusu olduğu zaman Müslüman olmak büyük önem kazanır. Çünkü kimliği ile ilgili konularda tedirgindir Heşminli. Bu tedirginlikten kurtulmanın en kestirme yolu ise Müslümanlığa sarılmaktır. Belki de geçmişin hayali hafızalarında daha canlı olduğundan, özellikle yaşlı insanlar da bu durum daha yaygın görülür.

Amcam Mommet de bunlardan biriydi. Amcamın yaylanın uzun gecelerinde üniversiteli gençlerle yaptığı sohbetleri can kulağıyla dinlerdim. Büyük şehirden gelmiş devrimci gençleri can kulağıyla dinler, hiç müdahale etmezdi. Onları anladığını, sözlerine hak verdiğini sanırdınız. O koca adamı susturmuş ve düşüncelerini kabul ettirmiş olmanın gururuyla sözlerine son veren gençleri, söyledikleri her şeyin boşa gittiğini hissettiren ünlü sorusuyla baş başa bırakırdı. Bu sırada ben çocukların yüzündeki çaresizlik ifadesini görmek için sabırsızlanırdım. Bir çeşit eğlence olmuştu bu benim için. Amcam işaret ve orta parmağını bize doğru uzatır ve sorardı:

“Yes devrim mevrim çgidim. Orti, isa aşğaris ergu compa go. Meg e hıristiyanluk, megal e muslimanluk. Tug vor compatsan gertak? İndzi an astek. (Ben devrim mevrim bilmem. Yavrum, bu dünyada iki yol var. Biri Hıristiyanlık, diğeri Müslümanlık. Siz hangi yoldan gidiyorsunuz? Bana onu söyleyin.)” Tabi bu sorudan sonra anlat ki anlatabilesin: “Dinsel kimlik başka bir şeydir. Etnik kimlik başka bir şeydir. Sınıfsal kimlik başka bir şeydir” diye. Nuh der peygamber demezdi amcam. Ona göre; “Ermeniler Hıristiyandı. Türkler Müslümandı. Biz de Müslüman olduğumuza göre Türktük.” Amcam kendini inkarın en sağlam yolunu bulmuştu kendince.

O yaz yayladan döndükten sonra hayatımızda önemli değişikliklere yol açacak bir gelişme olmuştu. Sarp sınır kapısı büyük bir törenle açılmıştı. Tören alanı balonlarla, çiçeklerle süslenmiş. İki tarafın halk oyunları ekipleri gösteriler sunmuştu. Yeni bir dünyanın kurulduğuna dair konuşmalar yapılmıştı. Yörenin kalkınacağı, ticaretin gelişeceğinden dem vuran nutuklar atılmıştı. Sınır kapısının açılışını Başbakan yaptığı için kasabamız Makrial ana baba gününe dönmüştü. Köylerde ne kadar adam varsa çarşıya inmişti. Hayatlarında belki ilk ve son kez başbakan görme şansını değerlendirmek istemişlerdi. Tabi bu olay uluslar arası önemde bir olay olduğu için uluslar arası ajanslar ve TV kanalları da büyük ilgi göstermişlerdi açılış törenine.

Aynı günlerde Hemşin köylerinde bir söylenti dolaşıp duruyordu. Ne kadar doğruydu ne kadar yanlıştı kimse bilmiyordu. Ama söylentisi bile bazılarını çıldırtmaya yetmişti. Güya bir üniversite hocası Hemşin köylerinde araştırma yapıyorum bahanesiyle gezmiş, dolaşmış ve insanları kandırarak kan örnekleri toplamıştı. Bu kan örnekleriyle yaptığı araştırma sonucunda da Hemşinlilerin Ermeni olduklarına kanaat getirmişti.

Amcam söylentiyi duyduğunda deliye dönmüştü: “İser vov hona gu. Rahat rahat abrik gu hosa. Huzurniyes pağtsenoğun. ( Bunları kim çıkarıyor. Rahat rahat yaşıyoruz burda. Huzurumuzu kaçıracaklar)” diye söylenen amcamla birlikte kalabalığın içinde dolaşıyorduk. Kalabalığın içinde dolaşıyorduk ama amcam başka bir alemde gibiydi. Kendi kendiyle konuşuyor, bazen mırıldanıyor, homurdanıyor, belli belirsiz küfürler ediyordu. Kalabalığın ortasında çekim yapan yabancı bir televizyon ekibi vardı. Kalabalıktan birilerine mikrofonu uzatıyor ve sınır kapısının açılışı ile ilgili görüşlerini alıyordu. Her şey bir anda oldu. Mikrofonu önünde bulan amcam kızarmış bir suratla gözlerini iri iri açarak bağırdı:

“Mek Ermeni çik! Mek Ermeni çik! Mek Muslimanik, elhamdulillah. (Biz Ermeni değiliz! Biz Ermeni değiliz! Biz Müslümanız, elhamdulillah). Muhabir anlamaz gözlerle amcama bakarken amcam ve ben kalabalığın içinden çıkarak oradan uzaklaştık. İşte “Ermeni olmadığını Ermenice söyleyen halk” unvanını böyle kazandık.

Amcamın öfkesi bir süre daha devam etti. Bir süre sonra bu söylentiyi kimse konuşmaz olmuştu. Amcamın da öfkesi dinmişti. Kasabamızın yeni konusu Rus pazarıydı. Belediye bir yer tahsis etmişti ve çoğunlukla Gürcüler olmak üzere, Ermeniler, Ruslar ve başkaları aklınıza gelebilecek her türlü ürünün bulunabileceği bir pazarda bu ürünleri satmaya başlamıştı. Bir gün bu pazar yerinde gezmeye çıkmıştık amcamla. Amcam çok sıkı pazarlıkçı biriydi. Her malın bir pazarlık payı olduğunu, bu yüzden de pazarlık yapmadan bir malı almanın enayilik olacağını söylerdi. Kafasında belirlediği fiyata inmeden de hiçbir malı almazdı. Bazen çok istediği bir ürün olduğunda iyice inatlaşırdı. Pazarlığı uzatırda uzatırdı. Fazla para vermemekle ürünü alma isteği arasında gidip gelirken zaman akıp giderdi.

İşte böyle bir pazarlığın ortasındaydık yine ve ben sıkıntıdan patlamak üzereydim. Pazarcılar da artık bu inatçı adamla “sayı bulmaca” oynamaktan sıkılmış olmalılar ki kendi aralarında fısıldaşmaya başlamışlardı. Amcam önce fısıldaşmalarına dikkat kesildi. Sonra da kendisine pazarlığı kazandıran hamlesini yaptı:

-“Ağpar, Hay es? (Kardeş, Ermeni misin?)”
- “Hay em. Tun al Hay es? (Ermeniyim. Sen de Ermeni misin?)”
Amcam başını evet anlamında sallarken:
-“Kiç me al inçetsu u arnum. (Biraz daha indir de alayım)” dedi.

Mahir Özkan